Rumeysa Özüyağlı
OHAL’in uzatıldığı kesinleştikten sonra nasıl bir iklimde “hayır” kampanyası yapacağımız ve sandık başına gideceğimiz de az çok netleşti. Sesli bir şekilde hayır demenin zor olduğu bir dönemdeyiz. Üstelik tek zorluk da hayır demek değil. Hayır diyen birçok siyaset var ve sonuç olarak da birçok hayır kampanyası.
Bu farklı “hayır”ların kampanyaları da kendini göstermeye başladı. Bazılarına katıldım, bazıları hakkında ise kampanyayı devam ettiren aktivistlerden bilgi aldım. Çoğunun ortak bir özelliği var, o da insanların hesabı yapmış olması. Dolayısıyla müslüman kimliği başka insanlara göre daha baskın olan insanlara, kısaca olası Ak Parti seçmenlerine, dertlerini anlatmak zorunda olduklarını anlamış bir grup “hayır” kampanyasıyla karşı karşıyayız. Ancak esas problem kampanyaları organize eden veya katılan insanların anlattıkları, hâlleri. Peki başörtülü bir kadın olarak bu kampanyalar benim için ne anlam ifade ediyor ve benim beklentilerim nelerdi?
Görece makûl kampanyalar
Bu kampanyalar bir, iki tane olmakla birlikte üslûbu tutturmayı becermiş ve kampanya dili olarak bana, kendimi insanlardan bir insan gibi hissettirmeyi başarmış kampanyalar. Ancak yine de “çiğ”likten kurtulamayan aktivistleri var.
Mesela en makûl kampanyalardan birinin toplatısında şöyle bir soruyla karşılaştım: “Sizde sanata izin veriliyor mu? Sizde sanat var mı?” Ebette ki sorunun muhatabı ortamdaki tek başörtülü olan ben idim ve sorunun kendisi de şunu kastediyordu: “Senin inandığın değerler temelde sorunlu. Dolayısıyla bu değerleri inkar edecek cesarete sahip heykele, müziğe sahip çıkan bir ‘alim’ var mı”. Aynı toplantılara benimle birlikte fakat farklı zamanlarda katılan bir arkadaşımdan, yine başörtülü bir kadın, şöyle sorulara muhatap olduğunu duydum: “Dücane Cündioğlu’ndan sizin kesime lider olur mu?” diğer bir hafta, “İhsan Eliaçık’tan sizin kesime lider olur mu?”
Hadi bir güzellik yapalım ve bu sorulan soruları yanıtlayalım. Evet benim okuduğum, anladığım şekliyle “biz”de sanata izin veriliyor ve sanat var güzel kardeşim. Mesela ben, müzik ve şiir severim, Leonard Cohen öldüğünde annemi arayıp ağlayacak kadar çok üzüldüm. Sesim de kötüdür ama şarkı söylemeyi de severim, arkadaşlarım affetsin.
İkinci soru ise çok çok daha beter. Allah aşkına iki dakika kendinizi başörtülü bir kadının yerine koyun ve düşünün. 28 Şubat ve 15 Temmuz’u düşünün. İlkinde, kadınların çekmediği çile kalmamışken sakalını kesip, varsa cübbesini çıkarıp müslümalığının tek belirtisi olarak haftada bir kere camiye giden erkekler vardı. İkincisinde, ben okulda ve bulunduğum bilumum sosyal mecralarda tam da bu sorularla muhatap olmak zorunda kalırken, aynı odada oturup “muhafazakâr” olduğu hâlde bu sorulara maruz kalmaktan kaçabilen ve bu durumdan memnun olak erkekler var. Bugün ilahiyatçıların yaptığı toplantılarda neredeyse tek bir kadın ilahiyatçı konuşmacı olarak çağırılmıyor. Şimdi soruya kendiniz cevap verin, sizce ben erkek bir lider arıyor muyum?
Bu noktada üç devasa problem kendini gösteriyor: birincisi, oradaki tek müslüman ben değilim, sadece benim kimliğim başımda olduğu için bu sorunun muhatabı ben oluyorum. İkincisi bu sorular gösteriyor ki; insanlar birbiriyle iletişim kurmak istiyorlar ama herkes bugüne kadar var olmuş ilgisizliğinden kaynaklanan bilgisizliğinin sebep olduğu müthiş bir kültür şoku yaşıyor, hem de aynı memlekette doğmuş ve büyümüş olmamıza rağmen. Üçüncü ve son olarak da bugüne kadar yapılmış olan ve hâlen de yapılan yaşam tarzı tartışmaları ve İslamcılık eleştirileri, aslında bunun adını koymak lazım: “gericilik” tartışmaları kısaca, her zaman kadınlar üzerinden dönüyordu ve böyle de olmaya devam edecek sanırım. Çünkü kimliğimiz başımızda. Bu son problem daha çok sadece matematiği yapmış; ancak başka hiç bir şeyin farkına varamamış kampanyaların bir problemi.
Sadece hesaplama yapmış kampanyalar
Bu kampanyalar matematiği yapmak konusunu becermişler, ancak ne üslûp tutturabilmiş ne de başörtülü bir kadın olan beni anlama gayreti içine girmişler. Çünkü bunların örgütleyeni ve aktivisti olan arkadaşlarımız “gericlik” tartışmak isteyen ve aynı zamanda “gerici”leri memlekette istemeyen arkadaşlar. Söylemleriyle muhatap olduğumda kendimi bir matematik denklemindeki değişkenden ibaret hissediyorum. Çünkü bu kampanyalar özelinde, bana ve bütün başörtülü kadınlara anlatılan şey şu: ülke bölünecek, “gericilik” geliyor, şeriat geliyor vesaire. En başta ben, “evet” çıktı diye ülkenin bölüneceğini falan zannetmiyorum. Ve ikinci olarak da şu soruyu sormak istiyorum, eğer bir gün gerçekten istediğiniz gibi “gerici” avına çıkabilirseniz, erkek “gerici”leri nasıl avlayacaksınız? Hemen söyleyeyim, yapamayacaksınız. Çünkü “gerici” erkekler sizin arkadaşlarınız olan erkekler gibi görünüyorlar. Düşmanlık ettiğiniz tek grup başörtülü kadınlar, korktuğunuz tek görüntü başörtülü kadınların olduğu fotoğraflar. Üstelik de çoğunuz kadınsınız ve kadın hakları konusunda mesafe kat ettiğinizi zannediyorsunuz, oysaki ben de hayır diyorum. Ama öyle bir an geliyor ki, size aynı fikirde olduğumu bile söylemek istemiyorum “Evet’e basacağım” diye cevap veresim geliyor. Böyle olmayanların da kullandığı dil, yine erillikten ölüyor malesef.
Türkiye’de yaşayan her unsurun hakları ve özgürlüklerini garanti altına alma konusunda rezalet olan bir anayasa taslağı önüme sunulduğu için hayır diyeceğim. Bir yurttaş olarak daha iyisini hak ettiğimi bildiğim için hayır diyeceğim. Eskisini savunarak değil, “O masaların başında oturun, benim ve benim gibi insanların haklarını garanti altına alan bir anayasa hazırlayın” demek istediğim için hayır diyeceğim. Ama bu kampanyaları kaale almış olsaydım muhtemelen boykot ederdim. Sözlerimi tamamlarken geçenlerde katıldığım KŞKM’nin düzenlediği Referandum Kadınlara Ne Vaat Ediyor toplantısında, Reçel Blog yazarı Rumeysa Çamdereli’nin söylediklerini tekrarlamak istiyorum: “Kendimi hiç bu kadar ‘mahalle’min içine sıkıştırılmış hissetmemiştim.”
Bu yazı Marksistorg web sitesinde yayınlanmıştır.