Fahrettin Dağlı
Yarınlarımızı, geleceğimizi, çocuklarımızı, torunlarımızı ilgilendiren bir sistem değişikliğini oylayacağız. Bunu şahıslardan, partilerden, örgütlü yapılardan maada olarak topyekûn insanımıza (hangi etnisiteye veya hangi dini-ladini inanışa mensup olursa olsun) mutluluk sunup sunmayacağı; hakka ve adalete istinat edip etmeyeceği ve bu ülkede yaşamanın gururunun taşınıp taşınılmayacağı ölçeğine, miyarına vurup ona göre bir tercih beyanında bulunmalıyız.
Dini veya lâdini tüm mensubiyetlerin, insan tercihlerinde etkili ve önemli olduğu izahtan varestedir. Bu durum, tüm insanlar için söz konusu olduğu gibi benim için de geçerlidir. Ben de anayasa değişikliklerini, yorumlarını, ruhunu bu pencereden okuyarak bir takım sonuçlar çıkartmaktayım. Bunu yaparken elbette empati yapıp, benim gibi inanmayanların da en az benim kadar bu ülkede insanca ve hür yaşama hakkının olduğunu” hesaptan uzak tutmamaya gayret ediyorum.
Kaç gündür izliyorum. Özellikle “Evet” tercihinde bulunan arkadaşların, hamaseti ve sloganı aşan ikna edici hiçbir argümanlarına rastlamadım. “Hayır” tercihinde bulunanları tekfir ve tefrik etme, bir tarafa yamama, cephelere ayırmanın ötesinde…
Bir Müslüman olarak “İslam”ın geleceğini, hür ve adil idare edilen, istişare ve denetim mekanizmalarının faal çalıştığı, sorumluluk ve hesap verilebilirliğin emniyet altına alındığı, insan hak ve hukuklarının korunduğu bir iklimde görüyorum.
İslam’ın Allah’tan, insanlığa indirilen ve kendisiyle amel edildiğinde yeryüzünü rahmete, berekete, adalete boğacağına dair imanım nedeniyle başka inançlara mensup veya lâdini tüm kişi ve topluluklarla geliştirilecek muamelat ve ilişki biçimlerinde herhangi bir korku, endişe ve kompleks duymam. İnsanlar, taşıdıkları değerlerle anlam kazanırlar. İnançlarımızın, değerlerimizin haklılığından şüphe duymuyorsak, beylik tabiriyle “abdestimizden şüphemiz yoksa”, bu coğrafyada beraber yaşama mecburiyetinde olduğumuz herkesle, hiçbir olumsuz mülahazaya iltifat etmeden istişare eder ve mecbur olduğumuz ortak geleceğimizi, ortak akılla tartışır, müzakere ederiz. Bu topraklarda ortak kaderi yaşadığımız, fakat benden farklı kanaat ve düşüncelere sahip olanların inanç ve değerlerinin de dikkate, hak ve hukuklarının garanti altına alındığı bir düzenlemeyi savunmak her şeyden önce inancımın gereğidir.
İslam’ın devlet idaresindeki olmazsa olmazları, adalet, istişare, ehliyet-liyakat ve maslahat gözetimidir.
Farklı inanç, değer ve etnik mensubiyetlere sahip insan çeşitliliğinin yaşadığı bir ülkeyi yönetmek gerçekten zor…
Peki, işi kolay kılacak olan nedir?
Bu mensubiyetlerin akılları (ortak akıl) ile bir araya gelip müştereği müzakere edip, bir akitleşmeyi/ahitleşmeyi temin etmektir.
Zor mu?
Hayır.
İyi niyete dayalı ve peşin yargıya isnat etmeyecek bir yaklaşımla, karşılıklı hak ve hukukların müzakere edileceği, engin bir anlayış ve hoşgörünün hâkim olduğu bir istişarenin sonucunda Allah’ın vaadi olan yardım gelecektir. İşte burada geçmişteki kötü örneklere takılmadan (sui misal emsal olmaz) parlamenter rejimi, sağlıklı ve sonuç hâsıl edici bir tartışma ve müzakere imkânına, iklimine kavuşturacak tüm yasal düzenlemelerin yapılması (Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarında yapılacak tadilatlar), meclisin bir şura ruhuna kavuşması, bu mevzu bahis ettiğim yasaların adil bir seçimi sağlayabilecek bir düzenlemenin sonucunda ancak mümkündür. Adaletten Rahmet doğar. Eğer, TBMM’yi bir şura meclisi ve ileri demokrasileri bile hayran bırakacak bir yasama hüviyetine kavuşturursanız, bir fani olarak bu, kendinizden sonra bırakacağınız en büyük siyasi hatıra olacaktır. İnsanlar fani, sistemler kalıcıdır.
Adaletin terazisini elinde tutan yargıdır. Yargının karşısında hiçbir kimsenin ayrıcalığının olmaması gerekir. Cumhurbaşkanı da sade bir vatandaş gibi adaletin karşısında bir bireydir ve asla bir üstünlüğe sahip olmamalıdır. Her sade vatandaş gibi konusu suç teşkil eden her fiilinden dolayı hâkim karşısına çıkıp yargılanması İslam hukuk sisteminin baş tacı ilkelerinden değil midir? Bir yandan dokunulmazlıkları kaldıracaksınız, diğer taraftan birilerini dokunulmaz kılacaksınız. Bunu ne evrensel ve ne de İslam hukuk anlayışı ile telif edemezseniz.
Güçlü bir yürütme organı “ehliyet ve liyakatin” tam olarak uygulandığı rejimlerde mümkün olabilir. Ve rejimin sağlıklı yürüyebilmesinin de sigortasıdır yargı. Tüm yetkilerin tek kişide toplandığı rejimlerde, ehliyet ve liyakat ölçülerini belirleme, ona göre görevlendirme yapma sorumluluğu zaafa uğrar, keyfi uygulamaların önü açılır. Malum bir zamanlar “şapkamı veya ceketimi koysam seçilir” diyenlerin mantığının nasıl işletildiğini hep beraber yaşadık ve gördük.
Başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere, toplumsal ihtiyaçları belirleme ve onları karşılamaya yönelik yasalar, düzenlemeler yapmak ancak kuvvetler ayrılığının ve güçlü demokratik kültürün var olduğu devlet sistemlerinde mümkündür. Bu üç kuvvenin tek bir kişi veya dar bir grupta olması, yukarıda da belirttiğimiz keyfiliklere yol açacak ve hatta temel hak ve özgürlüklerden bile yoksun kalınması ile karşı karşıya kalınabilecek.
Başta anayasa olmak üzere, seçim kanunları, siyasi partiler yasası ve siyasetin daha çok demokratik düzen ve zemin bulmasına yönelik düzenlemeleri beklerken mevcudu bile daraltıcı bir sürprizle karşılaşmak asla kabul ve telif edilebilir bir durum değildir. Bu düzenlemeyi kimin getirip, getirmediğinin ötesinde, bana ve topluma ne sunup sunmadığına bakıyorum ve bugüne kadar bir asırlık mücadelenin semeresi olan kazanımlarımızı da kaybetme riski ile karşı karşıya olduğumuza dikkat çekmeye çalışıyorum.
Bu düzenleme, toplumun kahır ekseriyetinin ihtiyaçlarına cevap teşkil etmiyorsa, ayrılıkları, kopuşları hızlandırıyorsa, memnuniyetsizler cephesini kronik hale getiriyorsa, mâşeri vicdanda mâkes bulmuyorsa elbette “HAYIR” diyeceğim.
Hiçbir partinin, cemaatin, topluluğun tutsağı olmayarak, iradesini ipotek etmeyerek, hür vicdanımla eriştiğim bir sonuçtur. Allah, isabet edenlerden kılsın.