19 Şubat 2017 – Sürüklenmekte olduğumuz durumdan nasıl çıkabiliriz?

0

Bruno Latour’un dediği gibi “biz hiç modern olmadık”, böyle bir toplum düzeni gerçekte hiçbir zaman olmadı. Ancak modernite, ulus-devletler üzerinden bu sistemin işlediği illüzyonunu yarattı.  Bunu anlamak için savaşlar sonrasında yaşanan yıkımlara, tanıklık ettiğimiz felaketlere değil, yalnızca inşa edilen şehirlere bile bakmak yeter. Ancak moderniteyi elbette ki düz bir mantıkla, kapitalizmle özdeşleştirmemek gerekli. Modernite aynı zamanda bir direniş alanı.

Nazizm de bilindiği gibi bu illüzyon ile, kimlikçi siyasetin üzerinden mağdurları güce bağlayan arzuyu inşa etti. Bu anestezik telafi biçimi, elbette tekil bir olgu değil. Tam tersine. Anlaşılması için sürekli çaba gerektiren bir semptom.

Türkiye’nin “müesses nizamı” halini alan bugünkü ulus-devlet modeli de Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Alman generallerin eğitim verdiği askeri mühendislik okullarında inşa edildi. İmparatorluğun müşterek kamusal alanı bürokratik bir şiddetle ulus-devlete dönüştürüldü. Bir klişe olarak hep söylenen “bizim devlet geleneğimiz, değerlerimiz” aslında İmparatorluğun yaşadığı modernleşme modeli ile bir kırılma yaratan, onu yeniden formatlayan bu millici akımın eseri. Yani “bize ait” dediğimiz model, diğerinden, İmparatorluk ve onun 19. yüzyılda yaşamakta olduğu modernleşme deneyimine nispeten yabancı,  uzun bir geçmişi olmayan “ithal” bir model.  Modernitenin yarattığı kültürel amnezyayı,  travmayı perdelemeye çalışan bu model, o sırada kendi birliğini kurmaya çalışan Alman İmparatorluğundan alınan ilhamla gerçekleştirildi. Askeri bürokratlar aracılığıyla, kamusal alanda filizlenmekte olan parlamenter siyaseti askıya aldı ve zorla, cebirle uygulandı. Belki de hatırlanması gereken önemli bir konu, adına Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz coğrafyada savaş sonrası kurulan bütün ulus-devletlerin bu illüzyonun, bu kazıma operasyonunun kalıntıları olduğu.

Peki bu sorunu bize unutturan ne oldu? Belki bugün bu soruyu sormak, bu illüzyonla yüzleşmek için çok daha anlamlı.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra, küresel bir dinamiğin etkisiyle, devlet iktidarı alanının siyasal aktörlerle paylaşıldığı, görece daha demokratik gibi gözüken bir rejim ortaya çıktı.

Dünya savaşlarından (ve Nazizmden) sonra bürokratik şiddetin yarattığı bu hafıza kaybı ve milliyetçilikler görünüşte ulus-ötesi ağlarla paranteze alınmaya çalışıldı. Ancak bu durum kalıcı değil, geçiciydi. Bu illüzyon, yani süreklilik gösteren (kendisini tekrarlayan, normalleşmiş) bir ulus-devlet düzeni içinde ve bu şiddetten motive olan bir dinamik (milliyetçilik) olarak arka planda varlığını korudu. Gerçekte her an fışkırmaya hazır bekleyen bu şiddet rejimi kalıcı, demokrasi ise geçiciydi. Anormal bir uğraktı.

Toplulukları tasarlama idealleri üzerine kurulmuş bulunan modernitenin bu illüzyon sahnesi sanki dünya savaşlarıyla birlikte tarihe gömülmüş, alt üst olmuş gibi gösterildi. Oysa bu büyük bir yanılgıydı. Bu parantezin kapandığı neo-liberal düzen içinde toplumu temsil edene yapıştıran, hiçleştiren bu illüzyon bir kutsal bagaj olarak iktidarı tesis edici bir işlev görmeye başladı. Neo-liberal dönemde hurdaya dönüşmüş, fragmante olmuş devletin yıkımı gerçekte bu illüzyonun yıkımına değil, tam tersine hayali var oluşunun, siyaseti imha edici işlevinin yeniden güçlendiğine işaret ediyordu. Bu illüzyonu inşa eden güçler, yıkımlara, savaşlara, krizlere yol açan toplumu tasarlama ideallerinden asla vazgeçmediler. Tam tersine bu illüzyonları siyasetin ötesine yerleştirerek, dokunulmaz ve tartışılmaz bir kutsallık haline getirdiler.

Uzağa gitmeye gerek yok. Yakın bir tarihe kadar Galatasaray’da 1915’i örtmek için asılan posterlerde kahramanlık hikayeleri anlatılıyordu. Bir soykırımdan farksız olarak bir telgraf emriyle cephelere sürülüp katledilen gençler okul duvarlarındaki posterlerde iftihar listelerinde yer alıyordu. Yöneticiler yıllarca bu kıyımlarla övündüler. Savaşların insanların hayatını nasıl mahvettiği, yaşanan felaketler hiçbir zaman konuşulmadı, karanlıkta kaldı. Oysa kırıma uğrayanlar arasında hiçbir fark yoktu. Acı çekenlerin,  zülüm görenlerin izleri daima silindi. İşaretsizleştirilenler bu temsil illüzyonu ile bir kez daha işaretsizleştirildiler. Ulus-devletin nasıl işlediğini, yani bu şiddetin mağdurlarını güce bağlayan arzuyu tanımadıkça, Jake Chapman’ın dediği gibi “zülme uğramanın etkisi”, yani bu hafıza kaybı “hiçbir zaman ortadan kalkmadı, yalnızca tekerrür etti.”*

28 Şubat süreci bu açıdan bir kırılma noktasıydı. 28 Şubat sürecinde geliştirilen direniş biçimi, devlet ve hukuk kurumlarını “tiye alma stratejisi”ydi.  Devletin içine sızmak, yapısını bozarak, yerinden çıkararak, kullanmak, patronaj altına almaktı. İçten pazarlıkçı olmak, yolsuzlukları normalleştirmek… Gözden kaçan ise AKP’nin modernleşmeyi tiye alan bagajının ona nasıl bir kıvraklık ve enerji verdiğiydi. Çoğu zaman kural tanımazlık, ikiyüzlülük gibi gözüken bu tavrın arkasında çarpıtılmış bir sınıfsal bilinç olduğuna hiç dikkat çekilmedi. AKP sınıfsal bir perspektife sahip olmadığı, kapitalist modernitenin eleştirisini yapmadığı halde, onu öyle gösterenin ne olduğu pek sorulmadı. Yalnızca bastırılmaya çalışıldı. Ne dersek diyelim, bu tiye alışın çeşitli tezahürleri sanki moderniteye karşı bir direniş biçimi gibi algılanarak kurumsallaştı ve bastırılmış olan normalleşti, müesses nizam haline doğru evrildi.

Bunun bir örneğini 7 Haziran seçimlerinden sonra gördük. “Osmanlı Ocakları” adlı kuruluşun Fatih ilçesinde düzenlediği ve AKP milletvekillerinin de katıldığı gece yarısı mitinglerinde “milli direniş” çağrıları yapılıyordu. Devlet gücü kullanılarak manipüle edilmiş seçimler bile sanki “milli güçlere bir darbe” gibi gösteriliyordu. Konuşmalar 80 öncesi sol örgütlerden alışık olduğumuz savaş çağrılarını andırıyordu. Bugün de referandumda hayır oyu vereceğini söyleyen insanları, kuruluşları düşmanlaştıran Başbakan Yıldırım’ın yaptığı da bundan farklı bir şey değil. Çok açık ki getirilmeye çalışılan bu yeni düzen, Türkiye’nin de bu geçici ve kırılgan demokratik düzen parantezini kapatmayı hedefliyor. Bugün gösteri yapma hakkına, düşünce özgürlüklerine, medyaya, üniversitelere yönelik olarak uygulanan baskı, şiddet  bu milli illüzyonunu, yani modernitenin normalleştirilmiş temsil rejimini yeniden tesis etmeye çalışıyor. Bu yüzden en basit demokratik ilkeler, seçmen iradesinin özgürlükçü koşullarda oluşması gibi bir talep bile anormal kabul ediliyor, baskılanıyor.

Sonuçta “Milli Görüş” kapitalizme karşı direnişin bir semptomu gibiyken kapitalizme karşı direnişi işaretsizleştiren, perdeleyen bir nizama dönüştü. Çoğu zaman kural tanımazlık gibi gözüken bu dinamiğin arkasında ulus-devletleşme sürecindeki gibi çarpıtılmış bir sınıfsal çelişki olduğu göz ardı edildi. Oysa Batı modernitesi de, İmparatorluk modernitesi de yalnızca kapitalist bir örgütlenme ve mantık üzerine kurulmadı, bunun altını yeniden çizmek gerekli. Öyle olsaydı eğer, bu tam bir felaket olurdu!

Bu yüzden bizim de unutkanlığımızı (zamandan ve mekandan arındırılmış bu karşılaşma biçimimizi) telafi etmemiz gerekiyor. Üzerinde çalışmamız gereken zor bir konu var: Bu illüzyonla baş etmeyi öğrenmek. Bunu kolaycılık yaparak, yalnızca şikayet ederek geçiştirmemek, başkalarından beklememek… Örneğin Gezi sonrası bilinçli olarak sokaklarda yaratılmaya çalışılan AKP nefreti yalnızca bugünkü zorbalık rejiminin kurumsallaşmasına hizmet etti.

Sonuçta geriye bütün tarafların üzerinde anlaşabileceği tek bir konu kaldı: Siyaset. Siyasetin amacı kendi yaratım koşullarını sorgulamak, analiz etmektir. Siyaseti savunmak, bu illüzyonla baş etmeyi öğrenme çabasıdır. Taraf olma niyetini sergilemekten fazla bir şey yapmak demektir.

Halkın iradesinin özgür bir biçimde siyasal alana yansıması ne demek? Herkesin de çok iyi bildiği gibi halkın özgür iradesinin ne olduğu basit bir “tüketici eğilimleri araştırması” gibi bir şey değil. Siyaset, halkın bilgilenme hakkının eşitlikçi ve özgürlükçü koşullarda gerçekleşmesini istemektir. Siyasetin amacı yalnızca tercihleri sergilemek, karar vermekten ibaret değildir. Kurumsal işleyişleri, değerleri geliştirmeyi, siyasetin oluşum koşullarını analiz etmeyi ve sorgulamayı içerir.

Son dönemde yaşadığımız seçim süreçlerine bakıldığında, halkın özgür iradesine ipotek koyulduğu açıkça görülüyor. Seçim süreçlerinde devlet gücü kullanıldı. Halkın iradesinin özgür bir şekilde siyasete yansıması engellendi. Seçimlerin özgür bir ortamda gerçekleşmemesi için adil olmayan her türlü yöntem kullanıldı. İktidar devlet imkanlarını kullanarak muhalefeti bile dizayn etti. Tıpkı daha önceki müstebitler gibi.

Neler yaptı? Eleştiri getirme potansiyeli olan kurumları kapattı, baskı altına aldı. Yöneticilerini satın aldı. Halkın kaynaklarıyla, imkanlarıyla halkın özgür iradesini biçimlendirmeye çalıştı. Yakın geçmişte açıkça yeni bir 28 Şubat süreci yaşadık. AKP de zamanla merkeze yerleşince, iktidardan demokratik yöntemlerle gitmeyeceğini ilan etti. Tıpkı 28 Şubat zorbaları gibi.

AKP de, tıpkı diğer müstebitler gibi, başka türlü iktidarda kalamayacağını çok iyi bildiği için, bu zor rejimini kurumsallaştırmak istiyor. Böyle bir rejim ayakta kalabilmek için şiddet uygulamak zorunda. Bugün AKP siyaseti savunamadığı için, siyaseti savunmanın yöntemlerini bilmediği için, siyaseti savunmayı tercih etmediği için şiddet uygulayarak siyaseti bozuyor.

BöyLece AKP de bir taraftan da kendi sonunu hazırlıyor. “Ya ben, ya da yıkım” diyor. Ancak ne yapsa nafile.

Düşünce üretiminin özgürlüğü tıpkı seçimler gibi demokratik bir rejimin olmazsa olmaz bir koşulu. Bugün gerçekleştirilen tasfiyeler “üniversite ne olmamalı” meselesine ışık tutuyor.

Sürüklenmekte olduğumuz durumdan nasıl çıkabiliriz? Siyasetin taraf olmaktan fazla bir şey olduğunu gösterecek olan şey siyasete zaman boyutunu katmaktır. Önüne sürülen, dayatılan kararları tartışmaktan öteye geçmektir. Eylemlilikler tercihlerin ötesine geçtiği anda siyasal olur. Zaman boyutundan arındırılmış, mesafesiz olan bu karşılaşma biçimi siyasal değil. Meselenin yalnızca “hayır-evet” cepheleşmesi üzerinden gösterilmesi ise iktidarın kendi koyduğu kuralları kabul etmek gibi gözüküyor.

Bu cepheleşme üzerinden gerçekleştiğinde, siyasetin devlet iktidarını paylaşma mücadelesi olarak algılanması kaçınılmaz. Bu yüzden cepheleşmek, siyasetin sonu anlamına gelecektir. Halkın iradesinin özgürleştirilmesini sağlayacak, zorbalık rejimine son verecek, halkın iradesinin özgürleşmesini sağlayacak yeni bir Anayasa için, daha kapsayıcı bir uzlaşma ortamı için çağrı yapmamız, ihmal ettiğimiz siyasal süreci yeniden örgütlememiz gerekiyor.

Özgürlükçü bir siyaseti savunmanın birlikte yaşama deneyimimizi geliştirecek elimizdeki yegane yöntem olduğunu bilene bilmeyene anlatmamız lazım. Öncelikle seçmen iradesinin özgürlüğü meselesi, herkesin üzerinde anlaşabileceği,  ortaklaşa sahiplenebileceği en temel ilke. Bu olmadan demokratik bir siyaset olmaz. Başka bir çare yok. Bunu hep hatırda tutmak lazım.

 

Bu konudaki bir mutabakatın, hayır oylarını anlamlı kılacağını ve siyasal alanı genişleteceğini düşünüyorum. Bu yüzden muhalefetin iktidarların, güç sahiplerinin yaptığını yapmaması, siyasal alanı savunması zorunlu.

Korhan Gümüş

(*)”Şiddet imgeleri hemen dağılıp göreli bir hafıza kaybı haline gelir, çünkü zulme uğramanın etkisi asla bir sonuca varmaz, sürekli tekerrür eder.” Jake Chapman, Nick Hackworth ile söyleşi, “Anlamsızlık Aleminde” Sergi Katalogu sayfa 26, ARTER

Share.

About Author

Comments are closed.