5 Eylül 2015 – Çözüm Süreci Sunumu – Ömer Faruk Gergerlioğlu

0

Kürt meselesinde ortak paydaları yakalayabilmemiz mümkün

Kürt meselesi yaşadığımız son günlerinde gösterdiği gibi sınırları da aşan tüm yönleriyle bölgenin en büyük sorunu olmaya devam etmektedir.

T.C. devleti kurulurken Mustafa Kemal önünde Kürt meselesini bulmuştu. Konuya bir şekilde çözüm bulmak gerekiyordu. Tarihi İzmit basın toplantısında kendi ağzından soruna somut önerilerini, özerklik ifadesiyle teklif eden Mustafa Kemal konjonktürün değişimiyle bu sözünde durmuyordu.Yeni kurulan Cumhuriyet dümeni başka sulara kırmıştı. Bulunan çözüm artık değiştirilemeyecek bir alın yazısı olarak T.C devleti tarihinin genetiğine işleniyordu. Farklılıklar, Türklük potası altında eritilecek, yeni bir ulus yaratılacaktı. Ancak kısa sürede bu politikanın sorunlu olduğu anlaşıldı.Cumhuriyet tarihi adeta Kürtler için bir kabus oldu. Doğuda Şeyh Sait ayaklanıyor, ardından biçilen elbiseye uymak istemediğini çeşitli şekillerde beyan eden Kürtler hoşnutsuz olduklarını farklı yer ve zamanlardaki ayaklanmalarla gösteriyorlardı.

Bir müddet inkılabın tunç eli ve sopası ortama hakim oldu. Çatlak sesler bastırıldı, tek tipleştirmede iyi (!) mesafeler alındı. Ancak tek parti döneminin yöneticileri gemi biraz salıp da farklı partilerin  sahneye çıkmasına izin verince  işin rengi belli oldu. Toplum dikte edilen bu anlayışı tasvip etmemişti.   Dini ve etnik ayrımcılıklar kabul edilmemiş ancak muhalif sesler kendilerine belirli bir rota da çizememişlerdi. Sağ, sol kavramları yeterince anlamlarını bulamamış, kimlik konusu netleşmemiş, etnisite ve dinsel kimlik siyasallaşmamıştı.

Dini ayrımcılığa karşı gelişen muhalefet zamanla yatağını bulup kendisini siyasal ortamlarda derece derece farklılaşan bir şekilde ifade etmeye başladı. Ancak Kürt kimliğinin legal bir siyasi muhalefet üzerinden ifadesi gerçekleşemedi. Ancak yükselen sol akımlar ve küresel çapta ortaya çıkan 68 kuşağı ilk başta bir milliyetçilik gibi görüp burun kıvırsa da zamanla Kürt sorununun varlığını keşfetti ve çözümler üretmeye çalıştı. Dönemin militanlaşmış gençliği için bu soruna devrimci çözümler bulmaktan başka çare yoktu. Karşılarındaki devlet için zaten “Kürt” kelimesinin telaffuzu bile izin verilmeyen bir ifade idi. “Kürt” diye bir farklı ırkın olduğu bile kabul edilmiyor, bir Türk boyu olduğu iddiası resmi tezlerde ısrarla işleniyordu.  Sıkışıp kalan muhalifler dernekler, dergiler vb. yollarla çıkış yolu arıyordu. Ancak bunlar Kürt halkına fazla tesiri olmayan entelektüel çabalar olarak kalıyor ve partileşme imkanı bulamadığı için de geniş, toplumsal bir sese dönüşemiyordu.

12 Eylül öncesi yıllar artık Kürt solunun iyice öz güveninin oluştuğu ve farklı bir muhalefeti örgütlemek istediği yıllar oldu. Muhalefetin dili artık her kesim için şiddetti ve bu, legal koridorlar açılmayan Kürt muhalefeti için tercihte zorlanacak bir yol değildi. Farklı birçok silahlı Kürt muhalif örgüt vardı ancak birisi acımasız metodlar izlemeyi tercih ederek diğerlerini imha etmeyi tercih etti. Bu Abdullah Öcalan’ın liderliğindeki PKK’ydı. Bu metod yıllarca gücün inisiyatifine göre şekillenmiş Kürt toplumu için çok yabancı değildi. Kısa sürede adeta mono blok muhalefet halini almış olan PKK, şiddeti eleştiren çatlak sesleri etkisizleştirmesini bildi. Bunu daha sonra tek güç halini aldıktan sonra eleştiri yapan bazı eski yöneticilerine de yaptı.

  1. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “29. Kürt isyanı” dediği PKK’nın inisiyatifi ele geçirdiği zamanlar devlet halen Kürt mahallesinde ne olup bittiğinin farkında değildi. İlk önce resmi söylem “üç beş çapulcu” dedi ama çatışmanın sırtını dayadığı sorunun büyüklüğü ve haklılığı sürekli mevzi kaybetmesine yol açtı.

12 Eylül duvarına toslayan sağ ve sol için bu travma bir gerileme göstergesi iken Kürt muhalefeti için Diyarbakır cezaevi bilenerek güçlenme yolu oldu. Gelişmeleri anlasa da genetiğine işlemiş anlayıştan geri adım atmayı reddeden devlet uzun süre aynı propagandist dili kullandı. Ancak 1984’te silahlı ayaklanmaya başlamış PKK her geçen gün taraftarını arttırıyordu. Sosyalist bir mücadelenin çekirdeğini oluşturduğunu düşünen PKK sürekli mesafe kat ediyordu. İdealist bir  sosyalist mücadelenin takipçileri olduklarını düşünen PKK ileri gelenleri her geçen gün katılımların arttığını görse de yeni bir siyasal gerçekliğe gözlerini açtılar. Perdelenemeyecek gerçekliğinden  dolayı kendilerine destek verse de dindar Kürtlerin bir gün yükselen siyasal İslamcılıkla haklarında dini bir yargılama yapabileceğini düşündüler. Söylem değiştirerek dinin karşısında değil yanında olduğunu ifade ettiler. Bu, ilk başta çok inandırıcı gelmese de zamanla kabul gördü. Kürt sorununu devlet öylesine çözümsüz, alternatifsiz bırakmıştı ki PKK tüm zaaflarına, şiddetine rağmen her geçen gün Kürt halkından aldığı  desteği arttırıyordu. PKK aktif mücadelesi içinde eksikliklerini tespit ediyor, karşısına çıkan engelleri, onların hatalarından önce kendi söylemleriyle mağlup etmeyi biliyordu. Farklı kesimler ( dindarların çoğu, Türk milliyetçileri, Kemalistler) bu sorunun ne denli köklü olduğunu hissetmiyor, çatışmayı komplo teorileriyle açıklamaya çalışıyorlardı, bu da Kürt halkı nezdinde puan kaybetmelerine yol açıyordu. Düşük yoğunluklu savaş tüm şiddetiyle devam ediyor bunun yanısıra devlet kontrgerilla metodlarıyla sivil infazları yaparak da sorunu imha etmeye çalışıyordu.

 

Devlet sorunu zorlama, çatışma olmadan aklına getirmedi. Ne zaman ki gizli MGK toplantılarında sorunun çatışmayla çözülemeyeceği itirafı siyasilere söylendi, çeşitli çözümler arandı. Ancak bunlar da sorunu çözmekten ziyade sürekli büyüttü. Devam eden çatışmalarsa devletin ve PKK’nın tahakkümcü anlayışıyla sonuçlandı.

Devlet sorunun son hali düşük yoğunluklu bir savaş olarak önündeyken bile herşeyi kullanmaya çalıştı. Başörtüsü zulmü uygularken uçaklardan ayet yazılı broşürler attı, farklı örgütlerin çatışmasını kendi amaçları için kullanmak istedi, militarist zihniyetinin devamı ve tahkimi için çatışmayı  bahane gördü ve devamına göz yumdu.

1994 yıllarına gelindiğinde artık devlet dışından söyleyemediği gerçeği görmüş, çözüm arayışlarına başlamıştı. Turgut Özal eliyle başlatılan çözüm çıkışları ilk başta tepkiyle karşılansa da anlayış alanını iki taraflı genişletti. Türk  toplumu, devletin bu meselede hatasını zımnen kabul ettiğini görüyor, tepki veriyor ancak bu tepki, sorunu  kesin bir reddiye şekline büründürmüyordu. Ancak devletin gerçek sahibinin iktidarlar ve Cumhurbaşkanları değişse de değişmeyeceği gerçeği karşısında barışçı bir çözüm umudu ufukta görünmüyordu. Zira devlet hem barışçı bir çözüme yanaşıp gasp ettiği hakların iadesi yoluna gitmiyor hem de topluma sorunun gerçek nedenini anlatmaya yanaşmıyordu. Bunun sonucunda zıtlaşma devlet ve Kürtler arasında olmanın yanı sıra Kürtler ve Türkler boyutuna evriliyordu. Zira sorunun nedenini  anlamakta zorlanan Türkler her gelen asker cenazesiyle çözümün öfkeli bir cevap ile olacağını düşünüyordu. Bu da yönetim ve toplum nezdinde sorunu her geçen gün derinleştiriyordu. Artık her geçen gün artan gerginlik bazı yerlerde toplumsal linç ve kaos olaylarına  yol açıyordu.

Türklük teması üzerine kurulu Cumhuriyetin bu mantığını Kürt olmayanlar yer yer farklı konularda kendileri de haksızlığa uğratılsalar  içselleştirdiler. Sorun ortaya çıkmadan önce de, çatışmalara bürünüp kendilerine dokunduğunda da empati yapmayı pek düşünmediler. Sorunu yürek yakan bir asker cenazesi olarak önlerine geldiği  son zamanlarda sorgulamaya başlasalar bile çoğunlukla yine meseleyi anlamadılar, ya milliyetçilik arttı ya da sorunun çözümünü yanlış yerlerde aradılar.  Kürtler ise devletin uygulamalarından haberdar edilmeyen ve eğitim sistemiyle zihni iğfal edilmiş  Türklerin empati yapamamasını yeterince anlamadı. Oluşan toplumsal çatlak son zamanlarda artan bir yarıkla derinleşti. Gittikçe artan kutuplaştırıcı dil bu sorunun anlaşılmasını da engelledi.

PKK’lı mahkumların yaptığı açlık grevlerinde yaşam açısından kritik günlere yaklaşıldığında 2012 yılının sonlarıydı. 2009 Oslo görüşmelerinden sonra Kürt açılımı başlamış ancak çeşitli olaylarla kesintiye uğramıştı. Bu sefer devlet ve Öcalan arasında MİT’in yürüttüğü Öcalan eksenli başlatılan bir süreç deneniyordu. “Çözüm süreci” adı verilen bu yeni dönem akil insanların yurdun 7 bölgesinde yaptığı çalışmalarla devam edecekti. Bölgelerde yapılan çalışmalar sonucu raporlar açıklandı, ancak devletin bu önerilere ne derece kulak astığı hep bir muamma oldu.

PKK’nın savaşı başlattığı yıllarda bağımsız Kürdistan fikri revaçta iken  ilerleyen yıllar ve yeni alternatiflerle  farklı kavramlar gündeme gelmeye başladı. Federasyon, demokratik özerklik ve ardından öz yönetim kavramları tartışıldı. Çözüm sürecinin başlamasıyla Abdullah Öcalan ayrılık arzularının olmadığını, demokratikleşmiş bir Türkiye’nin sağlanmasıyla çözümün sağlanabileceğini söyledi.

Kürt kimliği talebinin iyice belirginleştiği yıllarda Kürt sorununa destek veren kesimlerde bir tartışma da yaşandı. Bu hem sol hem de islami kesimde yaşandı. Nereden sonrasının Kürt milliyetçiliği olduğu ve kabul edilemeyeceği konusu tartışmalara ve gruplaşmalara yol açtı.Eşit vatandaşlık temelinde “ihsan” görülmemesi gereken hakların istenmesi çok kişi tarafından Kürt milliyetçiliği olarak görüldü. Bu aslında süregelen milleti hakime geleneğinin sorgulanmamasındandı. Federasyon ve ayrılık isteğinin de bir hak olduğu teslim edilmeliyken önemli reaksiyonlar gördü.

Çözüm süreci devlet açısından PKK’nın silahlı unsurlarının yurt dışına çıkışı olarak algılandı daha çok. Demokratikleşme adımları atıldı ancak bu, Kürtlerin gasp edilen haklarını teminat altına alıcı ve eşit vatandaşlığı anayasayla  sağlayan bir boyuta gelmedi. T.C tarihi boyunca yanlış bir yönelişle çözülmeye çalışılan sorun yine aynı  politikalar sonucu oldukça dallı budaklı bir hal alarak kronikleşmiş ve 30 yılık bir çatışma dönemi sonrasında ele alındığında da yetersiz, eksik tedavi metodlarına terk edilmişti. Sorunun yıllar içinde uzaması ve uluslararası boyut almasıyla oluşan yönü de ayrı bir zorluk oluşturuyordu. Sorun çözüm sürecinde sadece çatışmaların durdurulması boyutuna indirgeniyor ve karşılıklı güvensizlik ortama iyice hakim oluyordu.

Çözüm sürecinde silahsızlanma konusundan çok önce üzerinde durulması gereken güven ihmal edilince süreç bir müddet sonra önce Erdoğan tarafından sonra Kandil tarafından askıya alındı. 90 yıllık bir güven eksikliğini birbirine güvenmeden giderme yönelişi süreci dinamitleyen en önemli etkendi. Her iki taraf da süreci sürekli ulusal ve uluslararası pazarlık meselesi yaptı ve taşlarını ona göre oynadı. Devlet politikası olarak başlayan çözüm süreci’nin önünde önemli bir engeli bırakmaması gereken en başta Erdoğan’dı. Ancak anayasal değişikliklerin partilerin oluşturduğu komisyonda bilinçli bir şekilde engellenmesi, hükümetin de anayasal değişikliklere pek istekli olmadığı görüntüsü, PKK’nın  sürecin bir kandırmaca olduğu yönündeki şüphelerini arttırdı. Katı bir genetik yapı tarafından yıllarca korunmuş anayasal temel ilkeler aceleye getirilerek 2.5 yıl içinde değiştirilemiyordu veya zaten değiştirilmesi düşünülmüyordu.

Çözüm süreci başladığından 1.5 yıl sonra önemli bir şekilde durakladı. Gezi olaylarıyla iyice belirginleşen Tayyip Erdoğan’ın otoriter söylemleri barışı gündeminin en önemli maddesi olarak gören sağ ve soldan demokrat kesimler arasında önemli bir tartışma başlattı. Erdoğan’ın otoriter söylemleri nedeniyle barış sürecinin yürümeyeceğini ileri süren sol, liberal aydınlar hükümetle aralarına önce mesafe koydu, sonrasında çatıştılar. Gezi olaylarında süreci aksatmamak için olaylara müdahil olmayan Kürt hareketi, gösteri yanlılarından aldığı eleştirilere rağmen bu tavrında sebat etti. Ancak Erdoğan’ın otoriter söylemleri masanın karşısındakiler için güvensizliği arttıran yeni bir husus oldu.

Gezi olayları ve hükümet, Cemaat kavgası sonrası çözüm sürecinin ilk günlerindeki bahar havası kayboldu. Erdoğan’ın söylemlerine aynı sertlikte karşılık veren muhalifler kutuplaşma ortamını daha da keskinleştirdi. Çözüm ve barış sürecinin ruhuna hiç uygun olmayan sert ve kamplaşmış bir hava oluştu. Zamanla bu ortam, çözüm sürecini önemsizleştirdi ve araçsallaştırdı.

Süreç boyunca devlet kendi hatasını halka anlatıp milliyetçilikle devam etmenin olmuş ve olacak olan hastalığı arttıracağını vurgulayacağı yerde Erdoğan’ın karizmasına güvenmeyi ve çatışmanın durmasının “anaların artık ağlamayacağı, can kaybı olmadığını” vurgulamayı tercih etti. Sorunu ortaya çıkaran devlet mantığıyla yüzleşmeye ve bunu itiraf etmeye yanaşmadı. Sürecin bozulduğu andan itibaren adeta zorla kurulan bir zembereğin boşalması gibi toplum eski haline dönerek eskisinden daha milliyetçi bir dil kullanmaya başladı. Bu durum tarafların her ikisinin tavanında ve tabanında milliyetçilik ve ırkçılığın artmasına yol açtı.

Önceleri sorunu “dış mihraklara bağlayan zihniyet son zamanlarda artan HDP oylarını da “Cihangir oylarıyla” izah kolaycılığına kaçarak kafasını kumdan kaldıramayan devekuşundan farklı olmadığını gösterdi. Gittikçe komplike olan Kürt sorununun iktidarı ve maslahatı esas alan bu dilden kurtarılmasının sorumluluğu duyarlı sivil toplumun sırtındadır.

Karşılıklı söz verilmiş adımların ihmali bir müddet sonra sürecin inceldiği yerden kopmasına yol açacaktı. Bunun planlanan süreden önce olmaması için her iki tarafca da  bazı tedbirlerle  vitrinde süreç yürüyormuş izlenimi korunmaya çalışıldı. Erdoğan’ın Kobani olaylarına yol açan “Kobani düştü, düşecek” lafı bardağı taşıran son damla oldu. Ancak çıkan olaylarla sürecin o an bitmesini iki taraf da arzulamadı, olağanüstü 3 güne rağmen çözüm süreci devam etti.  PKK’ya karşı IŞİD’i bir denge unsuru olarak gören Erdoğan süreci de bırakmayarak ABD’nin İncirlik üssü isteğini kabul etmiyor ve pazarlığın uygun anını kolluyordu. Bu yüzden Kobani olayları sırasında şok gelişmelere rağmen masayı devirmek istemedi, seçimlerin geçmesini ve Ortadoğu’daki ABD, İran  dengesini kollayıp  IŞİD ve PYD arasındaki savaşta Suriye sınırında yeni bir Kürt devleti oluşumuna karşı müteyakkız durdu. ABD ve İran nükleer anlaşmasıyla aralarındaki buzu eritince elini zayıflatmak istemeyen Erdoğan devreye girdi.

Erdoğan’ın kararını çoktan verdiği belliydi. Dolmabahçe mutabakatının yapılmasına ilk önce izin vermesi, sonra “tanımıyorum” deme çıkışı, sürece bakışındaki ciddiyetini gösteriyordu. Çözüm süreci sürerken ve PKK’nın asıl direttiği konu demokratikleşmenin tamamlanmamasıyken “Kürt sorunu yoktur” sözünü sarf etmenin başka anlamı ne olabilir? Erdoğan’ın uzun süredir Öcalan’ı bile yeterince dinlemeyen Kandil’e karşı kızgın olduğu tahmin edilebilir. Zira Öcalan’a rağmen üst perdeden konuşan ve kendisini koruma alanını geniş tutmaya çalışan Kandil, Erdoğan’a karşı ağır bir dil kullanmaya başlamıştı. Hükümet açısından süreç için göz yumulan PKK’nın askeri varlığı, çekilmemesi ve bölgesel hakimiyetini arttırışı can sıkıcıydı. Erdoğan uzun süredir artık  sürecin  Kandil’le yürüyemeyeceğini düşünüyordu ve süreci zamana yayarak seçimlerin geçmesini bekledi. Bu arada seçim nedeniyle hiçbir şiddet olayına bulaşmak istemeyen Kandil zaten kendisini geri çekmişti. Seçim sonrası Erdoğan zamanın geldiğini düşünerek ABD’nin İncirlik isteğini kabul etti ve artık PYD’ye karşı IŞİD dengesi ortadan kalktı. “Al sana IŞİD’i ver bana PKK’yı” anlamına gelen bu anlaşmayla artık ipler kopmuştu, artık tetiği ilk çekenin kim olacağı gibi önemsiz bir soru kalmıştı geriye. PKK’da bu anlaşmayı takip ediyor ve ipin inceldiği yerden koptuğunu görüyordu. Gerilen sinirlerin üzerine gelen Suruç katliamıyla ilk tetiği PKK çekti ve ip koptu.

2.5 yıllık çözüm süreci sonrası ipin koptuğu ancak ipin tamamen ortadan kaybolmadığı şu durumda ne olacak? Çözüm sürecine Türkiye genelinde % 70, Güneydoğu’da %95 oranında destek veren Türkler ve Kürtler bu yeni duruma ne diyecek? Şüphesiz ki çözüm sürecinin tadını tadan her iki taraf için de eskiye dönüş artık kabullenilmesi çok zor bir olay. İlk günlerin kızgınlığıyla “kan, intikam, imha” çığlıkları atanlar da dahil olmak üzere çoğunluk bu durumun kabullenilebilir ve sürdürülebilir olmadığını görecek. 30 yıldır süren savaşta ilk başlarda gizlice daha sonra aleni bir şekilde süren devlet, PKK görüşmeleri bir şekilde yeniden başlayacak. Bunun zamanını bilmek ve muhtemelen yeniden şekillenecek yol haritasını tahmin etmek çok kolay değil. Ancak Erdoğan’ın hedefinin güçsüzleştirilmiş, “haddi bildirilmiş” bir Kandil olduğu ve Öcalan’ın inisiyatifinin  daha artmış halini umduğunu düşünülebilir. Kandil’in yanısıra Kandil’e ses çıkarmakta zorlanan HDP de Erdoğan’ın yıpratma hedefindedir artık. Kandil’in sürekli siyasi alanı incitecek müdahaleleriyle karşılaşan HDP’nin bir taraftan devlet öte taraftan Kandil arasında kalma ve yıpranma  ihtimali yüksektir.

Erdoğan’ın kendisi açısından kabul edilebilir bir süre için “Kandil’in burnunu sürtme” politikasını devam ettireceği görünmektedir. Bu çatışma süreci, kabul edilemez bir aşamaya gelip , şartlar ağırlaşır ve toplumsal linç olayları vb. gelişirse kurtarıcı olarak yedekte tutulan, aylardır kimseyle görüştürülmeyen Öcalan faktörü devreye sokulabilir.

Sürecin 30 yıllık serencamına baktığımız zaman  “herşeyin bittiği” gibi bir düşünceye saplanmanın  karamsarlık olacağı bellidir. Süreç tarihi gelişimi içinde artık geriye dönülemeyecek bir aşamaya gelmiştir.Gelinen noktada isteksiz devletin ve silahsız yapamayan PKK’nın arasında sıkışmış her geçen gün büyüyen bir Kürt sorunu var. Gittikçe artan güvensizlik, her iki tarafın damarlarında dolaşan bir zehirdir artık. Başlayan süreçlerin bozulma nedeni hep güven arttırma ve samimi iknanın ihmal edilmesindendi. Ancak süreç tekrar bir şekilde başlayacaktır. İnişli çıkışlı da olsa süreç kalıcı olarak devam etme yönünden bir başka yöne dönmeyecektir. Zamanın ilerlemesiyle şu an konuşulması dahi mümkün olmayan hususlar konuşulabilecektir. Ancak sorunun çözümü için geniş bir zamana, olgun ve kuşbakışı bakışlara, iyiniyetli ve dirençli bir sabra ihtiyaç vardır. 21. yüzyılda hala bu sorunu çözememiş bir Türkiye’nin huzur bulması ve duruma katlanması mümkün değildir. Ortadoğu’daki gelişmeler, Suriye ve Irak’ın son durumundan dolayı da bu çatışmanın bir şekilde çözüme kavuşmuş olması gerekir. Zira bölgede artık yeni dengeler vardır ve çatışmaların devamı üç ülke için de ateşin üzerine benzin dökülmesi demektir.

Sorunun çözümü için sivil inisiyatiflerin önemi her geçen gün artmaktadır. Bu topraklarda sınırlar değişse de değişmese de huzur içinde yaşamak istiyorsak insan haklarına uygun ve kalıcı düşmanlıkları engelleyen yöntemler bulmak zorundayız.

Share.

About Author

Comments are closed.