Suriye’de Selefi Cihadi Hareketler ve Kökenleri
(Ahraru’ş Şam ve Nusra Cephesi Örnekleri)
İslam Özkan
Suriye’de Selefi hareketin kökleri 19. Yüzyıla kadar gider. İlk çıkışı itibarıyla Selefilik , diğer bütün Arap ve İslam ülkelerinde olduğu gibi burada da Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi önderlerkkden etkilenerek yenilikçi bir çizgide gelişme göstermiştir. Bu ıslahatçı çizginin amacı İslam düşüncesinin içinde bulunduğu atalete bir son vermek, İslam düşüncesini karşı karşı kaldığı sorunlara yanıt verebilecek bir dinamizme kavuşturmaktı. Müslüman dünyanın 20. Yüzyıl başlarında üst üste geçirdiği şokları da tecrübe eden bu çizgi, İslam aleminin yeniden silkinmesini mümkün kılacak entellektüel ve siyasi düzeye ulaşmayı kendisine hedef edinmiştir.
A. Suriye selefiliği
Modern çağın, özellikle sömürgeciliğin İslam dünyası üzerine bir heyula gibi çöktüğü, işgal ve politikalarıyla büyük travmalara yol açtığı bir dönemde ıslahatçı çizgi, yer yer modernliğin imkanlarından da yararlanarak tarihin külleri arasında unutulmaya yüz tutmuş meseleleri tozlu raflarından indirmeye, istibdat başta olmak üzere bir çok sosyal ve siyasi soruna eğilmeye çalışmıştır. Suriye’de bu hareketin öncüsü ise Reşit Rıza, Abdurrahman Kevakibi ve Cemaleddin Kasımi gibi selefi hareket önderleri olmuştur. Bu önderlerin içinden geçmek üzere olduğumuz dönemde Selefi-Vehhabi olarak adlandırılan bu çizgiyle yer yer kesişmeleri olsa da İslam tarihinde Ehli Hadis’ten çok Ehli Rey diye anılan Ehl-i Rey’e daha yakın olduğu söylenebilir. Bu nedenle iki akım arasındaki müşterek noktalardan ziyade karşıtlıkların bulunduğunu söylemek daha isabetli olacaktır.
Bu çizginin bir uzantısı olarak 1924 yılında kurulan el Ğarra Cemiyeti, 1930 yılında Kasımi’nin talebesi Behcet Baytar ve Mazhar el Azme gibi öncü isimlerin kurduğu İslam Medeniyeti Müessesi gibi Suriye siyasi ve toplumsal hayatında önemli etkiler bırakan kurumlar vücuda gelmiştir. Öze dönüş hareketi olarak adlandırılabilecek bu çizgi, tamamen özgürlükçü bir temelde ve İslam’da aklın merkeziliğine vurgu yapan bir eksende gelişmiştir.
Öte yandan Suriye’de tecdid çizgisinin dışında daha muhafazakar, yukarıda kısaca bahsettiğimiz özgürlükçü düşüncenin dışında ve hatta yer yer onunla çatışan, tamamen muhazafakar bir zeminde serpilip gelişen, İbni Teymiye ve İbni Kayyım El Cevziye’nin düşüncelerini merkeze alan bir çizgi de neşet etmiştir. Vehhabi çizgiye yakın, geleneksel selefilik diyebileceğimiz bu çizginin Suriye’deki en büyük temsilcisi Nasır el Albani’dir. Albani’nin yanı sıra Abdülkadir el Arnaut ve talebesi Muhammed Iyd el Abbasi de Suriye’de muhafazakar selefiliğin önemli isimlerindendir. Bu çizgi, büyük ölçüde siyasi faaliyetlerden uzak durmuş ve enerjisini tamamen ilmî alana tahsis etmiştir. Bu nedenle Suriye’de geleneksel-muhafazakar selefilik, bir toplumsal ve siyasal dönüşüm aracı olarak şiddete başvurmasa da ileride de göreceğimiz gibi selefi cihadi akımla yer yer dirsek temasında bulunmuş, cihadi anlayışa geçişte önemli bir köprü işlevi görmüştür. Buna koşut olarak Arap isyanları öncesi dönemde geleneksel selefiliğin temsilcisi olan bazı isimler, ayaklanmalar başladıktan sonra kurulan TV kanalları üzerinden selefi cihadi örgütlerin önde gelen destekçileri olmuş, hatta bunun da ötesine geçerek “Suriye Devrimi”nin propagandisti haline gelmiştir.
B. Suriye’de Selefi Cihadiliğin Kökenleri
Suriye’de Devlet Başkanı Hafız Esad yönetiminin son dönemlerine tekabül eden 90’lı yıllar, küresel ölçekte selefi cihadiliğin teoriden pratiğe geçmeye ve kurumsallaşmaya başladığı dönemdir. Sovyetler’in çöküşüyle birlikte Afganistan’ın Sovyet işgaline karşı mücadele eden selefi cihadi yapılar için önemli bir üs halini alması, Afganistan’da cihada katılan Arapların ülkelerine dönmesi, Cezayir’de FIS iktidarına yönelik askeri darbe, Bosna’da Müslümanlara karşı işlenen katliamlar ve 2. Körfez krizi, Suriye’deki cihadi gruplar için 90’lı yıllardaki önemli dönüm noktalarıdır. Ayrıca ülke içerisinde 82’deki Hama olaylarının ardından hapse atılan İhvan üyelerinin bir kısmının serbest kalmasıyla birlikte hapishanede yaşanan işkenceler ve ölümlerin meydana getirdiği trajedinin ortaya çıkması da Selefi cihadi akımı etkileyen önemli unsurlardan biri olmuştur. 90’lı yıllarda Bosna ve Afganistan’daki mücadelenin diğer İslam ülkelerindeki cihadi akımlar açısından taşıdığı değer, henüz yeni yeni teşekkül etmeye başlayan, ancak ülkedeki baskı nedeniyle örgütlenme aşamasına geçemeyen, dağınık bir şekilde varlığını sürdürmeye çalışan Suriye’deki selefi cihadi gruplar için de aynen geçerlidir.
Bu noktada can alıcı soru, henüz daha teşekkül döneminde olan cihadi grupların Suriye’deki en köklü İslami yapılardan biri olan Müslüman Kardeşler hareketinin önde gelen isimlerinden Mervan Hadid tarafından kurulmuş teşkilatın silahlı kanadı et Taliatü’l Mukatile’ tecrübesinden mi yoksa Suriye dışındaki cihadi dünyanın farklı unsurlarından mı etkilendikleri sorusudur. Yazar Abdurrahman el Hac, gerçek etkinin daha çok yurt dışı kaynaklı olduğu kanaatindedir. Ona göre, her ne kadar Suudi Arabistan içinde bazı isimlerden etkilenme durumu söz konusuysa da Şeyh Abdullah Azzam’ın sembolizmi ve karizması, Suriye selefi-cihadi hareketi için çok önemlidir. Özellikle daha sonraki dönemde (Suriye kriziyle birlikte) ülkede Nusra Cephesi adı altında silahlı faaliyetlerine başlayan el Kaide’nin oluşumunda Azzam’ın rolüne dikkat edildiğinde bunun ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.
Ancak bu noktada İslami Hareketler uzmanı Ürdünlü araştırmacı Muhammed Ebu Rumman, Abdurrahman el Hac’dan farklı düşünmektedir. Ona göre Mervan Hadid’in çekirdeğini oluşturduğu ve kurucusu olduğu et Taliatu’l Mukatile en az dışardaki cihadi hareketler kadar Suriye cihadiliğinde etkili olmuştur.
Suriye’deki selefi cihadi hareketi heyecanlandıran, ona enerji veren, ancak tamamen selefi cihadi hareketlerin dışında gelişen başka ilgi çekici ilham kaynakları da bulunmaktadır. 1987’de başlayan ve 1993’e kadar devam eden 1. İntifada, Suriye selefi cihadi hareket içerisindeki gençlerin etkilendiği önemli dönemeçlerden biridir. Ancak daha da ilginç olanı, Lübnan’da Hizbullah önderliğinde İsrail işgal güçlerine karşı mücadele veren İslami Direniş de aradaki mezhebi farklılığa rağmen selefi hareketin ektkilendiği, bu cihad sempatizanı gençler için önemli heyecan kaynaklarından biridir ve etkisi intifadanın etkisinden daha az değildir. Tabii bu bahsedilen dönem 90’lı yıllardır. Bu etki en fazla 2. Körfez Savaşının meydana geldiği 2002 yılına kadar devam etmiş, Irak’ın işgali ve bölgede mezhepçiliğin yükselişiyle birlikte giderek azalmış ve Suriye krizinin patlak vermesiyle tamamen ortadan kalkmıştır.
Selefi cihadi fikirlere sahip olan gruplar, 90’lı yıllarda Suriye yönetimi tarafından sıkı bir şekilde izlenmektedir. Zaten örgütsüz ve dağınık bir tablo arz eden bu gruplar, bırakalım silahlı mücadeleyi, mevcut yönetime en küçük bir muhalefet dahi gösterebilecek durumda olmadıklarından dışarıya yönelmeyi tercih etmişler, bu da Suriye yönetimi tarafından desteklenmiştir.
Suriye’deki selefi cihadi düşünceyi etkileyen gelişmelerden birinin de 70’li yılların sonlarına doğru yıldızı parlayan 90’lı yıllarda ise enternasyonalist hale gelen Mısır Cihadi hareketleri olduğunu unutmamak gerekir. el Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin lider kadrosuna bakmak, Mısırlı cihadilerin evrensel selefi cihadi hareket içerisindeki önemini göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan o dönemde “Afgani Araplar” ifadesinin 90’lı yılların sonlarına doğru döneme damgasını vurduğunu gözlemlemek mümkündür.
C. el Kaide düşüncesi ve mücadelesinin Suriye üzerindeki etkileri
Nusra Cephesiher ne kadar bir takım yerel özellikler arz etse de bağlı olduğu merkez olan el Kaide ideolojisi ve pratiği harekete bütün özelliklerini vermiştir. el Kaide’nin ideolojisi ve silahlı mücadelesi, mücadele ettiği coğrafyanın siyasi, sosyal ve toplumsal koşullarıyla yakından ilgilidir. Her yerde aynı tarz mücadele verdiğini söylemek mümkün görünmemektedir. Irak’taki koşullar, Körfez ülkelerinden, Cezayir ya da Mağrib’den farklı olduğu için bu farklılaşma, mücadele yöntemlerine de yansımaktadır.
el Kaide’nin ilk kez Soğuk Savaş döneminde Afganistan’da Sovyet işgaline karşı verilen mücadelenin rahminden doğduğu söylenebilir. Örgütün kökenlerini her ne kadar 1979 yılına kadar geri götürmek mümkünse de resmi kuruluşunun, 1988 yılında gerçekleştiği ifade edilmelidir. O dönemde henüz daha oluşum aşamasında olan el Kaide’nin, hedeflerine ilişkin ciddi belirsizlikler bulunmaktadır. Örgütün Afgan savaşına katılmış seçkin ve öncü savaşçılar tarafından kurulduğu bilinmekle birlikte el Kaide’nin, savaşçı kadrosu arasında Sovyetlerden sonra hangi düşmana karşı savaşacağına ilişkin belirlenmiş bir uzlaşma olmamasına rağmen, Afgan savaşında önemli tecrübeler kazanan ve modern savaş taktiklerini ileri düzeyde öğrenen bu deneyimli seçkin kadronun dayanışması şeklinde ortaya çıktığı düşünülmektedir. Abdullah Azzam, selefi cihadi hareketin ideolojisine ilişkin teorik çerçevenin ilk temellerini Afganistan’a ilk kez gittiği 1984 yılından itibaren atmaya başlamış; böylelikle el Kaide’nin ilk nüvelerini oluşturan birinci jenerasyon ortaya çıkmıştır. 1991 yılında patlak veren 2. Körfez Krizi, Sovyetlerin 1989 yılında Afganistan’dan çıkması ve hemen ardından da çöküşünü ilan etmesi, el Kaide’nin ikinci kuşağının ortaya çıktığı döneme denk gelir. Savaşçıların bir kısmı Afganistan’da çatışan mücahit gruplarında savaşmaya devam ederken, Afganistan’da yapılacak bir şey kalmadığını düşünen diğer bazı “Afganiler” ise, edindikleri savaş deneyimini ülkelerinde değerlendirmek istemişlerdir. Cezayir’de 1992 yılında FIS’ın askeri bir darbeyle alaşağı edilmesinin ardından ülkede patlak veren iç savaş bu anlamda selefi cihadi düşünce mensupları için önemli bir alan açmış, savaşlarını Cezayir’e taşımaları için önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Cezayir’deki kadar olmasa da 90’lı yıllar, düşük yoğunluklu savaş ve silahlı saldırılar şeklinde kısmen Mısır’a sıçramıştır. Çeçenistan ve Bosna, selefi cihadi ideolojinin Afganistan’dan sonra önemli çatışma alanlarından biri olmuştur.
Önemli bir anekdot olarak Arab Afganiler, daha sonra selefi cihadi ideoloji ve hareketlerin önemli bir medya ve iletişim üssüne dönüşecek olan Avrupa’yı ama özellikle de Londra’yı kendisine üs olarak seçer. Ayrıca el Kaide’nin 90’lı yılların sonlarına denk gelen ikinci kuşağı, büyük ölçüde dünyadaki küreselleşmenin ve onun doğurduğu uluslararası sosyal ve siyasi dönüşümlerin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar. Tam bu noktada el Kaide olarak bilinen ancak gerçek adı “Haçlılara, Yahudilere ve Amerikalılara Savaş için Evrensel İslam Cephesi” adlı örgütün kuruluşu ilan edilir. Yalnız burada ikinci kuşağın birinci kuşaktan farkı, ilkinin geç temsilcilerinin yakın düşman olarak gördükleri Arap ülkelerinde diktatörlere karşı savaşı bir hedef olarak önlerine koyarken, ikinci kuşağın uzak düşman olarak gördüğü ABD ve diğer Batılı ülkeleri hedef tahtasına koymasıdır. Selefi cihadi hareketin ikinci kuşağının uzak düşman stratejisini benimseyerek ABD ve diğer Batı ülkelerini de eylemlerinin hedefi haline getirmelerinin üç ana nedeni vardır:
1. Ulusal nedenler : Her bir ülkenin kendi yerel koşullarıyla ilgili olarak demokratik dönüşüm fiyaskolarıın yaşanması, toplumsal özgürlük vaatlerinin yerine getirilmemesi, otoriter rejimlerin giderek daha çok diktatörlüğe kayması.
2. Bölgesel nedenler: Filistin’de kapsamlı ve adil bir barışın tahakkuk etmemesi. Ortadoğu barış sürecinin başarıya ulaşmaması.
3. Küresel nedenler: Sovyetlerin çöküşü ve ABD hegemonyasının perçinlenmesiyle birlikte onu dengeleyecek bir gücün olmamasının yarattığı sıkıntılar (örn. Neoconların iktidara gelmesiyle birlikte ABD saldırganlığının yükseliş trendine girmesi vs. gibi). Nitekim İslami Cephe’nin buna yönelik ilk yanıtı, Nairobi ve Darusselam patlamalarıyla birlikte gerçekleşti.
11 Eylül 2001 saldırıları ise el Kaide’nin ya da selefi cihadi ideolojinin üçüncü kuşağı temsilcilerinin ortaya koyduğu eylemliliklerin bir sonucudur. Bu saldırıların hemen ardından el Kaide’nin varlığına, örgütsel ve liderlik yapısına saldırıya geçen Neo-conlar’ın küresel ölçekte yayılmacı bir strateji benimsemeleri, güvenlik merkezli politikalar gütmeleri, el Kaide’nin ya da selefi cihadi ideolojinin yeniden hayat bulmasına yol açmıştır. Neo-conların el Kaide’yi etkisizleştirmek için Irak’ı ve Afganistan’ı işgali, el Kaide’yi yok etmek bir yana, tersine ona güvenli bir liman ve emin bir sığınak olacak ciddi bir alan açmış, başta Felluce olmak üzere önde gelen Irak kentlerinde el Kaide, önemli bir güce kavuşmayı başarmıştır. Ancak Irak yönetiminin yeni bir strateji çizilmesi noktasında ABD’yi ikna etmesi sonucu, yerel aşiret güçlerini el Kaide’ye karşı kullanan Sahva Tugayları sayesinde el Kaide, 2009 yılına gelindiğinde yok olmanın eşiğine gelmiştir. İşte tam bu noktada İslami yapıların en karlı çıktıkları ya da sonuçlarından en çok yararlandıkları Arap Baharı’nın ve Suriye iç savaşının el Kaide’nin imdadına yetiştiğini görüyoruz.
D. Suriye’de Cihadi Selefilik
Mervan Hadidi’nin 60’lı yılların başlarında temelini attığı et Taliatu’l Mukatile adlı örgüt, her ne kadar kurucusunun 1967 yılında öldürülmesiyle faaliyetlerine son vermiş olsa da kendinden sonraki dönemde önemli izler bırakmıştır. Ebu Musab es Suri ismiyle tanınan Mustafa Abdülkadir Sit Meryem, Ebu Busayr, Mustafa Abdülmunim Halime, Halep’te Mahmud Kulağası gibi öncü şahsiyetler, Irak işgaline karşı vaaz, sohbet seferberliği başlatmış, selefiliğin cihadi bir boyut kazanmasına katkıda bulunmuşlardır . Bu kişiler Baas yönetiminin denetiminde Suriye’de eğitim görmelerinin ardından Irak’taki cihadi hareketlere katılan gençlerin koordinasyonu işini üslenmişlerdir. Suriye ayaklanmasının başladığı tarihe kadar hem genel anlamda selefiliğin hem de cihadi selefiliğin ülke içinde gelişememiş olmasında farklı unsurlar rol oynamıştır. Bunların başında Suriye yönetiminin Selefiliği sürekli baskı altında tutmasının yanı sıra, Selefiliğe karşı Halk İslamı’na ya da Tasavvufi İslam’a destek vermiş olması gelmektedir. Bunun dışında Suriye rejimi, geleneksel selefi ulema üzerinde baskı kurarak onları büyük ölçüde ülke dışına göç etmeye zorlarken selefi cihadiliği de Irak direnişine yönlendirerek yavaş yavaş güçlenmeye başlayan bu akımı, hem Suriye yönetiminin izlediği siyasete hizmet edecek bir noktaya getirmiş hem de yeni oluşmaya başlayan bu sinerjiyi ülke dışına yönlendirerek gelecekte ülke üzerinde oluşturacağı etkiden kurtulmaya çalışmıştır. Ancak gelinen snoktada Suriye hükümetinin bu stratejisinde başarılı olabildiğini söylemek zordur. Selefi cihadi akımlardan kurtulmak bir yana, Suriye’de ayaklanmalar patlak verdiğinde bu taktiğin ne kadar başarısız olduğu açığa çıkmış, bu kart, bir bumerang gibi kendisine geri dönmüştür.
Suriye’de Baas yönetimine yakın ulemanın tavrı da 2003’te ABD’nin Irak işgaliyle birlikte değişmeye başlamıştır. Örneğin aynı zamanda bir Nakşibendi Şeyhi de olan Suriye Müftüsü Ahmet Koftaro, bütün Müslümanlara cihad çağrısı yaptığı 2003 Martı’ndaki bir Cuma hutbesinde, düşmana diz çöktürmek için işgalci İngilizlere, Amerikalılara ve Siyonistlere karşı şehadet eylemleri başta olmak üzere gerekli bütün imkanları kullanmaya çağrıda bulunmuştur. Selefiliğe karşı uzlaşmaz tavrıyla bilinen Ramazan el Buti de aynı çağrıyı tekrarlamış, Müslüman gençleri cihad farizasını yerine getirmeye davet etmiştir. Buti’ye göre İslam toprakları üzerinde cihadın gerekliliği, hiç bu kadar ortaya çıkmamıştır. Öte yandan Ebu Ka’ka’ adıyla bilinen Mustafa Kulağası’nın Halep mescitlerinde Cuma Hutbelerinde halka açıkça cihad çağrısında bulunması örneğinde de görüldüğü gibi Suriye yönetiminin cihad çağrısı yapan ulemaya ve bu doğrultuda silahlı eğitimler verilmesine göz yumması ilginçtir.
ABD’nin Irak’ı 2. Kez işgaliyse Suriye’deki selefi cihadilerin önünü açan ve Arap isyanlarının uç vermeye başladığı 2011’den sonra Suriye’deki silahlı mücadele etkin bir konumda olmalarını açıklayan önemli bir aşama olmuştur. Bu dönemde ilk nüveleri oluşmaya başlayan cihadi hareket, “Irak’a Yardım Komiteleri” adıyla neredeyse yarı aleni bir şekilde faaliyet gösterdiği Suriye’de, Esed yönetiminin de desteğiyle Suriyeli savaşçıları Irak’ta savaşmak üzere silahlandırma işini üslenmiştir. Bu komiteler, sadece Suriyeli savaşçıları değil , yurt dışından gelen savaşçıları da Suriye üzerinden Irak’a sokma noktasında önemli bir işlev görmüş, hayır kurumları aracılığıyla camilerde Irak’taki savaşçılar için para toplanmaya başlanmıştır. Bu dönemde Suriye, Irak’a giden yabancı savaşçılar için güvenli bir geçiş noktası olmuş, Irak’ta kendi kurduğu düzeni tahkim etmek isteyen ABD, savaşçılara geçiş kolaylığı gösteren Suriye yönetimine baskı kurarak bu geçişleri durdurmasını talep etmiştir.
2005-2008 döneminde ABD baskılarına karşı direnen Suriye yönetimi, daha sonraki süreçte yoğunlaşan uluslararası baskılara daha fazla direnemeyince rüzgar tersine dönmüş, yerli ve yabancı savaşçıların geçişini kolaylaştıran Suriye yönetimi, bu kez selefi cihadi hareketlerin üzerine gitmeye başlamıştır. Baas tarafından aldatıldığını ve ihanete uğradığını düşünen savaşçı gruplar, Esed yönetimiyle yollarını ayırarak Suriye içlerinde saldırılar düzenlemeye başlamıştır. İlk eylem, 27 Eylül 2008 yılında başkent Şam’ın Kazez bölgesindeki bir karakola düzenlenen intihar saldırısı olmuş, Suriye yönetimi, el Kaide bağlantılı Fethu’l İslam örgütünü intihar saldırısının arkasında olmakla itham etmiştir.
Suriye’deki selefi cihadi hareketin eylemliliklerini artırması, Irak’ta Sahva Tugayları’nın el Kaide’ye karşı oldukça başarılı mücadelesinin yarattığı travmayla birlikte örgüt içerisinde %13’lük oranla en büyük ikinci kitleye sahip olan Suriyeli cihadilerin ülkelerine dönmeye başlamasına denk gelir. 2011’de ortaya çıkacak olan ülkedeki krize giden yolda iç savaşın ayak sesleri yavaş yavaş duyulmaya başlamıştır. Çok sık olmasa da sayıları giderek artış gösteren intihar saldırıları ve patlamalar, Suriye’nin önemli kentlerini vurmaktadır.
Suriye’den Irak’a gidenlerin kemmiyyet olarak önemli bir yekuna ulaşmış olmasına rağmen yine de Arap isyanlarının filiz verdiği 2011 yılına kadar Suriye’de selefi cihadi bir örgütlenmenin bulunduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira Irak’ta ABD işgal güçlerine yönelik silahlı mücadeleye katılmak isteyen gençlerin önü açılırken dönüş için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Zira bu gençlerin tamamına yakını, Suriye istihbaratı ve güvenlik güçleri tarafından sorguya alınmakta, bir kısmı ise rejimin hapishanelerinde herhangi bir yargısal ya da hukuki bir sürec başlatılmaksızın buralarda son derece kötü koşullar altında uzun süre tutulmakta, ciddi işkence ve kötü muameleye maruz kalmaktadırlar. Ancak örgütlü bir selefi cihadi çizginin bulunmaması, bireysel bir takım eylemlerin düzenlenmediği anlamına gelmez.
Patlamalardan sorumlu tutulan ve hapishanelere atılan gençlerin önemli bir bölümünün kırsal kesimlerden, çok azınınsa büyük kentlerden olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu durum bize selefi cihadi fikirleri benimsemiş kişilerin Suriye’de ekonomik olarak düşük gelire sahip, alt tabakalardan, eğitim imkanlarından nispeten daha az yararlanamış kesimlerden olduğunu göstermektedir. Toplumsal ve ekonomik açıdan olumsuz koşulların yanısıra Suriye yönetiminin uyguladığı baskılar, hukuki süreçlerinin keyfi olarak işletilmesi, adalet mekanizmalarının tamamen devletin lehine olacak şekilde çalışması, sanıkların adil yargılama haklarından mahrum olmaları, muhaberat devletinin ülkede yapılan sınırlı reformlara rağmen varlığını tüm hızıyla sürdürmesi öyle görünüyor ki Irak’a savaşmaya giden Suriyeli gençlerin kendi ülkelerinde de şiddete başvurma nedenlerinden biridir. Ancak bu genç cihadilerin en büyük sorunu Suriye krizi çıkana kadar örgütlü bir yapı içerisinde olamamalarıdır.
Öte yandan el Kaide’nin Suriye kanadı olduğu iddia edilen Fethu’l İslam’ın, Suriye muhaberatıyla ilişkisi bulunduğuna dair yaygın bir kanaat bulunmaktadır. Dolayısıyla patlamalarla ilgili Suriye yönetiminin iddiaları doğru olsa bile, bunların iddia edildiği gibi Fethu’l İslam ya da başka bir örgüt tarafından yapılmış olma ihtimali yerine bu saldırıların dağınık bir şekilde bulunan cihadi fikirlere sahip gençlerden oluşan son derece küçük , henüz örgüt olma aşamasına gelmemiş , uluslarararası bağlantıları olmayan grupların bu eylemleri gerçekleştirdiği şeklindeki analiz daha doğru bir yaklaşım gibi görünmektedir.
E. Suriye’de “Arap Baharı” sonrası krizin derinleşmesi ve Selefi cihadi hareket
Selefi hareketlerin güçlü bir zemini olmamasına ve yoğun bir tazyike maruz kalmalarına rağmen bu grupların Suriye ayaklanmasında hızla örgütlenip ayaklanmanın silahlı mücadeleye dönüşmesinde kilit bir konuma gelmesi, kafa karıştıran ve muğlak kalmış bir konudur. Suriye’deki ayaklanma o kadar hızlı gelişmiştir ki, Selefi cihadi hareketlerin onca imkanı, medya, silah, finans ve ekonomik gücün tamamını nasıl bu kadar kısa bir sürede bir araya getirdiği bilinememektedir. ABD gibi küresel güçlerin yanı sıra Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkelerin silahlı muhalif gruplara verdiği destek, kısmen açıklayıcı olsa da yine de önemli bir hazırlık süresi olmadan bütün bunların kısa bir sürede bir araya getirilmesi noktasında soru işaretleri bulunmaktadır.
Silahlı mücadeleye dönüşen Suriye ayaklanmasının Baas yönetimine ciddi bir darbe vurma aşamasına gelmiş olmasında önemli bir kısmı yurt dışında bulunan Suriyeli ulemanın etkisini de unutmamak gerekir. Suriye’deki silahlı mücadeleye destek verenler; Muhammed Surur Zeynelabidin, Adnan Arur, Muhammed el Abduh, Muhammed Munced, Muhammed Iyd Abbasi, Muhammed Lütfi Sabbağ, Abdülkerim el Bekkar, Ahmed Sellam, Muhammed Bedi Musa gibi tamamına yakını Suriye dışında bulunan Suriyeli ulemadır.
Ulema desteğinin yanı sıra Suriye’nin belli toplumsal kesimlerinde verilen destek de Selefi cihadiliğin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
1. Ahraru’ş Şam
Yerel unsurların ağırlıkta olduğu selefi grupların başında Ahraruş Şam Hareketi gelir. Bu hareket ilk olarak Suriye’de kirizin ortaya çıkışından bir kaç ay sonra; daha 2011 yılının Mayıs ayında Özgür Suriye Ordusu ortalarda yokken kurulmuştur. Bu anlamda Ahraru’ş Şam’ın Suriye’de silahlı mücadele veren en eski selefi grup olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kurucu lideri Hasan Abbud, bu örgütü krizden önce bir grup Selefi ulema, aydın, akedemisyen ve aktivistle birlikte kurmuştur.
a. Örgütsel Yapı
Ahraru’ş Şam 4 farklı savaşçı grubun koalisyonudur: İslami Fecr Hareketi, Ketaibul İman el Mukatile, Cemaatü’t Talia el İslamiyye ve Ahraru’ş Şam. Birleşme 31 Ocak 2013’te gerçekleşmiştir.
Ahraruş Şam ideolojik anlamda homojenliği olmayan bir harekettir. Hareket selefi bir yapıda tesis edilmiş olsa da örgüt içinde, cemaatle namaz kılmama, sigara içme ve müzik dinleme gibi selefilikle çelişen bir çok unsuru içinde barındırmaktadır. Ahraruş Şam’ın kurucuları krizden önce Suriye’de selefi davet üzerinde çalışmalar yapan kişilerden oluşan bir örgüt olmakla birlikte Sriye’de ayaklanmalar patlak verene kadar ülkedeki koşullar altında küresel cihatla çok fazla bağlantıları olmamıştır.
Daha fazla Suriyeliyi saflarına çekebilmek için bu grup, Müslüman Kardeşlerin mirasına talip olmuş ve Sıradan Suriyelileri cezb edebilmek için daha esnek bir dini anlayış ortaya koymaya çalışmıştır. Hareketin 2014 yılı başı itibarıyla 10 bin kadar silahlı unsuru Tartus ve Suveyda hariç Suriye’nin bütün vilayetlerinde bulunmaktadır. Bazı kaynaklar ise bu rakamı 18 bin olarak telaffuz etmektedir. Ahraru’ş Şam Hareketi, büyük ölçüde farklı Tugay, grup ve müfrezelerin birleşmesiyle oluşmuştur. Bu birleşmelerle hareket savaşçı sayısını geliştirmiştir.
Örgüt içerisinde oldukça sınırlı sayıda yabancı savaşçı bulunmakta ya da hiç bulunmamaktadır. Bu, hareketin bilinçli bir tavrından kaynaklanmaktadır. Uluslararası toplumun bu konuda hassas olması ve hareketin kamuoyundaki imajını önemseyen örgüt, mümkün mertebe yabancı savaşçıları saflarında istihdam etmekten kaçınmaya çalışmıştır. Ancak az sayıda da olsa Ahraruş Şam’ın saflarında yabancı savaşçıların bulunduğu tahmin edilmektedir. Öte yandan Ahraru’ş Şam örgütünün Suriye’de ilk cihad ilanında bulunan örgüttür.
Hareketin finans kaynakları kendi imkanları, evrensel cihad ağından gelen yardımlar ve üçüncü olarak da S. Arabisan, Katar vb. gibi ülkelerin sağladığı finansal yardımlardır. Suriyenin en güçlü hareketi olması, onun işadamlarından ve bölgedeki yönetimlerden bağış toplamasını kolaylaştırmıştır. Örgütün bir diğer gelir kaynağı ise yakın zamana kadar gümrük kapılarından elde edilen gelirlerdi. Bir süre Akçakale gümrük kapısına hakim olan örgüt, IŞİD’la birlikte gümrük gelirlerini paylaşmıştır. Bunun dışında hakim olduğu yerlerde vergi toplamaktadır. Güneydeki Dera gümrük kapısından da bir süre gelir elde etmiştir ancak, Ürdün’ün bu kapıyı kapatması, örgütün bu gelirlerden mahrum kalmasına neden olmuştur. 2016 yılı itibarıyla örgütün denetimi altında tuttuğu herhangi bir gümrük kapısı bulunmadığı düşünülmektedir.
Ahraru’ş Şam, Türkiye’nin Suriye topraklarındaki partner örgütü olarak bilinmektedir. Türkiye’nin en çok yardım ettiği , silah ve para yardımına mazhar olan ögüt Ahraru’ş Şam’dır. Örneğin Suriye muhalefeti kaynakları, Türkiye sınırından getirilerek silahlı gruplara teslim edilen Konkurs AT-5 SPANDREL adlı omuzda taşınan Rus anti-tank füzelerinden aslan payını aldığını doğrulamaktadır. Ayrıca yardım için örgütlerin birleşmesini şart koşan Katar ve Türkiye, devasa mali, insani, mali ve silah yardımlarını yine Ahraruş Şam’ın içinde bulunduğu İslami Cephe üzerinden yapmıştır ve yapmaktadır.
Ekonomik yapı olarak örgüt her ne kadar kendi ayakları üzerinde durarak dış yardımlara olan ihtiyacını en aza indirmeye çalışsa da bunu istediği düzeyde gerçekleştirememiştir. Dolayısıyla örgütün kendisine yardım eden ülkelerden bağımsız bir politika uygulayıp uygulamadığı meselesi oldukça tartışmalıdır.
Bu, Nusra Cephesi lideri, Muhammed Colani’nin ifade ettiği bir husustur. Colani, bağış yapan ülkelerin belirli koşullar ileri sürdüklerini, kendi şartlarını silahlı gruplara dayattıklarını açıkça ifade etmekte ve silahlı grupların neredeyse tamamının silah ve ara yardımı aldıkları ülkelerin stratejisini güttüklerini kaydetmektedir. Türkiye ve Katar’dan yardımı kabul eden Ahraru’ş Şam’ın stratejisinde yardım aktaran ülkelerin politik tutumlarının ne derece etkisinin bulunduğu aşikardır.
Örgüt, bazı operasyonlarında intihar komandoları kullanmasına rağmen bunu genellikle açıkça kabul etmemiş veyahut gizlemeye çalışmıştır. Savaş sırasında gelişmiş ağır ve hafif silah kullanan bu silahlı yapı, Suriye yönetimine karşı savaşında ABD, Avrupa ülkeleri ve Batılı güçlerle sık sıktemas kurmuş, doğrudan olmasa bile başka ülkeler üzerinden dolaylı olarak silah, lojistik ya da yardımı almıştır. ABD basınında çıkan haberlerde, Amerikan yetkililerinin el Kaide ile ilişkisinin bulunması nedeniyle Ahraru’ş Şam’a destek vermesinin oldukça güç olduğu ifade edilmektedir.
Bir diğer husus ise Suriye’de Nusra ve IŞID hariç bütün gruplar, Ürdün’deki kısa adı MOK olan Ortak Operasyon Odası olan çoğu Amerikalılardan bir kısmı ise Ürdünlü ve bazı Arap ülkeleri istihbaratlarının koordinesi altında çalışmaktadır. MOK adlı, CIA’nın kontrolündeki yapı, ülkeyi beşe bölmüş, ve beş ayrı bölge için ayrı birimler oluşturmuştur. En yoğun desteği Suriye Devrimciler Cehesi vs. gibi islami tandanslı olmayan Batı’ya yakın gruplara yapmaktadır ancak bir çok İslami isim taşıyan örgütler de Batı yanlısı silahlı gruplar kadar olmasa da bundan yararlanmaktadır. MOK Koordinasyonuyla kendi devletlerine karşı Amerikan istihbaratından yardım alarak savaşmakta olan bu gruplar, Batılı değerlere saygılı olduklarını ifade ederek bu yardım ve koordinasyon akışının sürmesini sağlamaktadırlar.
b. Suriye’deki diğer silahlı gruplarla ilişkiler
Öyle görünüyor ki Ahraru’ş Şam, Suriye’deki iç savaşı finanse edebilmek için yukarıda saydığımıız yerel kaynakların yanı sıra Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerle de temasa geçmektedir. Ahraru’ş Şam son dönemde çeşitli çıkışlar yaparak Batılı ülkelerin desteğini alabilmek için ciddi girişimlerde bulunmuştur. Bu çerçevede örgütün liderlerinden üst düzey bir isim New York Times’da kaleme aldığı makalede, kendilerinin ABD’nin istediği tarzda ılımlı yapıya ve güce sahip olduğunu ifade ederek ABD’nin örgüte destek vermesi gereklililiği ve Suriye’nin geleceğinin belirlenmesi noktasında birlikte hareket edebileceklerini ifade etmiştir ki bu durum, Ahraru’ş Şam’ın göründüğü kadar ilkeli bir hareket olmadığını, yeri geldiğinde ideolojisine ya da dünya görüşüne ters devletlerle işbirliği yapabileceğini ortaya koymaktadır. Özellikle bu işbirliği meselesinin tam da IŞID’a karşı mücadelenin ABD ve AB ülkeleri tarafından gündeme getirildiği bir dönemde bizzat Ahraru’ş Şam örgütü liderliği tarafından ifade edilmesi önemlidir. Ahraru’ş Şam’ın, ABD tarafından altı özellikle çizilen IŞID’a karşı mücadele persektifini belirli bir süreden sonra hızla benimsediğini biliyoruz. Ancak al Kaide ve Nusra Cephesiyle birlikte hareket etme noktası halen müphemliğini korumaktadır. Zira, örgütün Nusra cephesiyle ortak bir çok operasyon yaptığı, İslam Cephe içerisinde ittifak halinde olduğu, bir çok ortak operasyon gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Buna rağmen hareket şu ana kadar yaptığı bazı açıklamalarda el Kaide ile olan bağlantısını reddetmiştir. Ancak burada reddedilen el Kaide’nin merkez yönetimiyle olan ilişkisi mi yoksa Nusra cephesiyle olan işbirliği midir onu kestirmek güçtür. Ancak bilinen bir gerçek var ki o da Ahraruş Şam’ın Nusra ile ilişkilerinin oldukça iyi olduğudur. Ortaklaşa çok fazla operasyon gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca Ahraru’ş Şam, yaptığı bazı açıklamalarda ABD’nin Nusrayı terör listesine eklemesinin ortak eylem yapmalarını engelleyemeyeceğini ifade etmiştir. Açıklamalarında Nusra Cephesi’ni öven sözlere yer vermekle birlikte, siyasi hedef açısından Nusra’dan farklı düşüncelere sahip olduklarını ifade etmektedirler.
Ahraru’ş Şam, IŞİD’in saldırılarına genellikle karşılık vermemeye çalıştı ve bu saldırıları kınayan açıklamalar yapmakla yetindi. Genel olarak kendisinin ÖSO içerisinde kabul edilmesine karşı çıkmadı, kendi yaptığı eylemlerin ÖSO tarafından gerçekleştirilmiş olduğu yönünde basında çıkan haberlere de itiraz etmedi.
Ahraruş Şam’ın ÖSO ile ilişkileri git gellere tanık olmaktadır. Her ne kadar Selim İdris’in komutanlığındaki askeri konseyde bir üyesi bulunsa da daha sonra buna paralel askeri bir yapılanma olan Suriye Devrimciler Cephesinin kuruluşuna ön ayak olmuştur. Silahlı grup, bu cepheye katılmaktan daha sonra İslami kimliğe sahip olmadığı için vazgeçmiştir.
Ardından SUK’a alternatif bir siyasi oluşum kurmak ya da en azından SUK ya da SMDK içerisinde temsil edilmeyen İslami oluşumların siyasi arenadaki ağırlığını artırmak için Ahraru’ş Şam bazı girişimlerde bulunmuş, bu girişimleri ise ÖSO tarafından eleştirilmiş ve ilişkilerin yer yer gerilmesine yol açmıştır.
Öte yandan kenisiyle el Cezire Televizyonun yaptığı bir röportajda hareketin lideri Abbud, rejimin ancak silahlı bir halk devrimiyle yıkılabileceğini öngörmüş olup seçkinci bir cihad hareketinin bu işi başaracağına inanmadığını ve hareketin de bu temelde örgütlendiğini ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle hareket sınırlı sayıda silahlı bir grubun silahlı mücadelesiyle değil, tamamen halka mal edilmiş bir örgütlenme biçimi ve mücadele tarzıyla bu ayaklanmanın sonuca ulaşabileceğini ifade etmektedir.
Her ne kadar ABD, Ahraru’ş Şam’ı el Kaide’yle bağlantısı noktasında güvenilmez bulsa da bazı uzmanlar ve eski yetkililer, ABD’nin IŞID’a karşı savaşında Ahraru’ş Şam gibi örgütlerin kullanılmasında herhangi bir mahzur görmediklerini ifade etmektedir.
Öte yandan kenisiyle el Cezire Televizyonun yaptığı bir röportajda hareketin lideri Abbud, örgütün ayaklanmanın ilk başlarında patlak veren barışçıl gösterilere katıldıklarını ancak Suriye yönetiminin bu gösterilere yönelik “baskıcı ve zorba tavrı” nedeniyle çok miktarda insanın hayatını kaybettiğini, gösterilere katılanları korumak amacıyla silahlı mücadeleye başladıklarını ifade etmektedir. Abbud ayrıca her isteyenin katıldığı bir örgüt olmadıklarını, örgüte katılım için belirli şartlar bulunduğunu ifade etmektedir Abbud’un işaret ettiği bir başka nokta, kendilerinin el Kaide’ye ya da Nusra örgütüne yakın bir örgüt olarak değerlendirilmesiyle ilgilidir. Bu noktada kendisi, söz konusu itham ve eleştirilerin, büyük ölçüde başlangıçta Ahraruş Şam’ın medya faaliyetlerinin kısıtlı ve zayıf olmasından kaynaklandığını ileri süren Ahraru’ş Şam lideri, bu eleştirilerin nedeninin kendilerinden kaynaklandığını, silahlı mücadeyle paralel güçlü bir medya ağı oluşturamadıklarını itiraf etmektedir. Kendilerinin ÖSO’dan daha önce kurulduğunu ifad eeden Abbud, ÖSO bünyesine katılmayı reddeden ilk örgüt olduklarını, eleştirilerin bir başka nedeninin de bu olabileceğine işaret etmektedir.
Abbud’un Suriye yönetiminden bahsederken “düşman” ifadesini kullanması ise oldukça ilgi çekicidir, zira Arap dünyasında medyada ve basında genellikle “düşman” ifadesigenellikle sadece İsrail için kullanılmaktadır. Bunun bir istisnası Irak işgali sırasında ABD’dir, Irak’ta mücadele eden örgütler bunu nadiren de olsa ABD için kullanılmıştır. Ancak genel kullanım, İsrail’e ilişkindir.
Abbud, örgütün askeri faaliyetlerinin yanı sıra sivil faaliyetlerinin de bulunduğunu, özellikle insani yardım faaliyetlerinin askeri faaliyetlere paralel olarak geliştiğini ifade etmektedir. Hareketin sivil faaliyetlere yer vermesinin önemli bir dönüm noktası olduğunu ifade eden örgüt lideri, bu süreçle birlikte Ketaib Ahraru’ş Şam olan örgütün adının Hareketu Ahraruş Şam olarak değiştirildiğini, bu süreçte savaş sırasında mağdur olan kesimlere yardım götürürlerken doğrudan savaşın şiddetine maruz kalmasa bile fakir ve muhtaç olan kesimlere de yardım ettiklerini ifade etmektedir. Bu da hareketin silahlı örgütten bir harekete evrilmeye, daha geniş halk kesimleriyle bağ kurmaya çalıştığını göstermektedir.
Hareketin özellikle Suriye yönetiminin bulunmadığı ya da isyancı örgütler tarafından ele geçirilmiş olan bölgelerde güvenliği sağlama noktasında önemli bir rol üslendiğini iddia eden Abbud, özellikle Hama, Halep ve İdlib’de bu misyonu yerine getirdiklerini ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle örgütün polis gücü de oluşturulmuş bulunmaktadır. Abbud, askeri ve finansal kaynaklarının büyük ölçüde Suriye yönetiminden elde ettikleri ganimetten meydana geldiğini, dışarda yaşayan Suriyelilerden gelen bağışlarla birlikte, Suriyeli olmayanlardan gelen bağışların da önemli bir yekun tuttuğunu ifade etmektedir. Ancak o, bu gelen bağışların devletlerden gelmediğini tersine tamamının sivil kaynaklardan olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu açıklamaların gerçeği yansıtmadığı bizzat muhalif kaynaklarca ifade edilmektedir. Özellikle Türkiye sınırından teslim edilen füzeler, çeşitli muhalif kaynakların bizzat ifadeleriyle aktarılan devasa paralar ve ağır silahlar bunun en önemli kanıtıdır.
Abbud ayrıca Nusra Cephesine övgüler düzmekte ve el Kaide uzantısı bu örgütle bir çok kez işbirliği yaptıklarını ve bunun stratejik bir seçenek olduğunu ifade etmektedir. Ancak gerek taktiksel alanda gerekse İslam ahkamına ilişkin bazı yaklaşımlar noktasında Nusra ile ihtilaf ettikleri noktalar bulunduğunu ifade etmekle birlikte bunların neler olduğunu ifade etmekten kaçınmaktadır.
c. Düşünce ve ideoloji
Ahraru’ş Şam, basitçe İslami Hilafet talebinde bulunmaktan önemle kaçınarak bunun yerine adalet, bağımsızlık ve reşid bir İslami yönetim taleplerini dillendirmeyi tercih etmektedir. Ahraru’ş Şam kimliği ne olursa olsun sivil ölümlere karşı çıktığını, Suriye’nin mezhep, etnik köken ya da başka tür saiklerle bölünmesine karşı çıktığını ifade etmekte, yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen Beşşar Esad yönetimi devrildikten sonra farklı toplumsal kesimler arasında ortak yaşamanın mümkün olduğunu vurgulamaktadır.
Ahrar, farklı mezhep ve dinden olanların vatanadaşlığı konusunda modern vatandaşlık tanımıyla geleneksel zimmilik arasında bir yerde durmaktadır. Ancak zimmilik meselesinin beraberinde getirdiği anayasa ve yasalar karşısında eşit vatandaşlık sorusu bu noktada önem kazanmaktadır. İslam hukukundaki zimmilik anlayışı aynen benimsendiği taktirde modern ulus devlet çatısı altında yaşama dair ciddi krizlerin ortaya çıkması beklenmelidir.
Ahrar, Kürt sorunu konusunda Suriye yönetimini eleştirme bağlamında onun şövenist politikalarının Kürtlerin ezilmesine yol açtığını belirterek Kürtlerin ezildiğini kabul etmiştir. Örgüt Kürtçenin eğitim dili olmasını kabul ettiğini de ifade etmiştir.
Hem genel olarak Suriye’deki selefi cihadi hareketlerin ve Siyasal İslam gruplarının hem de Ahraru’ş Şam’ın dikkat çekecek düzeyde entellektüel ve fikri bir varlığı yoktur. Örgüt içerisinde ve örgütler arasında çoğu geleneksel düzeyde fıkhi bir takım tartışmalar yaşanırken çağın sorunlarına ilişkin derinlikli bir tartışmanın yaşandığına şahit olamamaktayız.
Ahraruş Şam’ın ideolojik profilini çizmek, selefi cihadi grupların iç içe geçmişliği nedeniyle pek kolay görünmese de ona en yakın isimlerden biri olan ve kriz başlarında İngiltere’den bölgeye gelerek cihadi gruplara liderlik yapan ve Daha sonra Ahraruş Şam’a katılan İslami Fecr Hareketinin kurucusu Ebu Busayr et Tartusi’nin bakış açısından bunu gözlemlemek mümkündür.
Tartusi, Mervan Hadid’in fikir ve pratiğinden oldukça etkilenmiştir. Kendisini vehhabi olarak tanımlamakta bir sakınca görmememesine rağmen Suudi rejimine düşmandır. Suriye yönetimini Nusayri rejimi şeklindeki nitelemesine ek olarak farkı bir tanımlama yapmakta ve Suriye devletini tarihsel hiç bir ilişkisi olmamasına rağmen İsmaililerin kurduğu Karmatilikle tanımlamaktadır. “Her türlü batıl ve şerrin içerisine bir şekilde sokulduğu” bir kavram olması nedeniyle Demokrasiye karşıtlığını açıkça izhar etmekten çekinmeyen Tartusi, Laiklik noktasında da aynı düşüncelere sahiptir. Ancak İslam tarihi boyunca Şura ilkesinin gereğince uygulanmamasının İslam ümmeti içerisinde bir takım tefrikalara yol açtığını da ifade etmekten kaçınmaz.
Dış müdahale konusunda Nusra Cephesi’nden ayrılan Tartusi, bir Tağut’tan kurtulmak için başka bir kafirden yardım almak gerekiyorsa bunun zaruriyat bahsi altında incelenmesi gerektiğini belirtir ve dış müdahaleyi meşrulaştırır. Irak ve Afganistan’ın koşullarının farklı olduğunu söyleyen Tartusi, orada geçerli olan durumların Suriye’de geçerli olamayacağını belirterek intihar saldırılarından mücadele stratejisine varana kadar Suriye’nin koşullarının farklı olduğunu ifade etmiştir.
Halifeliğin ancak bütün Müslümanların kabul etmesi durumunda geçerlilik kazanabileceğini ifade eden Tartusi, biat edilen diğer emirliklerin ise yerel olup evrensellik kazanamayacağını, dolayısıyla bu emirliklerin hakimiyet alanının da sınırlı olacağını ifade eder. Tartusi’nin burada ifade etmeye çalıştığı şey, bu tür biatların ve emirliklerin genel geçer ve evrensel bir yapıya sahip olamayacağı ve bağlayıcılığının olmadığı hususlarıdır.
Ahraru’ş Şam Suriye’de gelişen mezhepçi bilincin yükselişinde ve özellikle de Suriye’de laik, seküler, milliyetçi karaktere sahip Sünni kitlelerin Suriye’deki silahlı gruplarla arasına mesafe koymasına neden olan mezhepçiliğin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır . Özellikle örgüt lideri Hasan Abbud’un el Cezire’ye verdiği demeçte, örgütün sadece Şii Hilali’ne değil aynı zamanda Safevi etkisine karşı da savaş verdiğini ifade etmesi, bu noktada sahip olduğu yaklaşımı ortaya koymaktadır.
Demokrasiye bakışları noktasında Abbud, demokrasinin insanların insanları kendi uygun gördükleri yasalarla yönetmesi olduğunu ifade ederek, İslam’ın kendine has bir yönetme düzeni olduğunu, bu düzeni Allah’ın kulları için koyduğunu ifade etmektedir. Özgürlük noktasındaysa kendilerinin sınırları belirlenmiş bir özgürlükten yana olduklarını, azgınlık ve fahşaya götüren bir özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğünün İslami düzende garanti altına alındığını, İslam tarihi boyunca Yahudi ve Hıristiyanların ibadet ve inanç alanında yaşadıkları özgürlüğün bunun en önemli kanıtı olduğunu ifade etmektedir. Düşünce özgürlüğü noktasındaysa yine İslam’ın ifade özgürlüğünü tanımış olduğunu ancak bunun da sınırsız olmadığını, bütün ülke ve yasalarda mutlaka bir takım sınırlamalar getirilmiş olduğunu söylemektedir. Bu sınırlamaları daha somut bir şekilde ifade eden Abbud, özellikle ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan Müslümanların akidesini ve inancını tahkir eden, onu yaralayan, onunla alay eden ifadelerin düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmemesi gerektiğini dile getirmektedir. Demokrasinin beşiği kabul edilen İngiltere’de örneğin herşeyin eleştirilebilir olmasına rağmen İngiliz kralının ya da kraliçesinin bu özgürlükten istisna edildiğini ve bunun bir tabu olduğunu kaydetmektedir.
el Cezire muhabirinin bir Hıristiyan’ın bakanlık makamını işgal edip edemeyeceğine ilişkin sorduğu soruya verdiği yanıtında Abbud, kurmayı tasarladıkları İslam Devleti’nde yöneticilerin de İslam Şeriatı’na uymaları ve ona vakıf olmaları gerektiğini belirterek dolaylı olarak buna olumsuz baktığını dile getiriyor. Öte yandan Suriye içinde farklı dünya görüşüne sahip ve İslami düşünceyi benimsemeyen gruplara kurulması planlanan devlette yer verip vermeyecekleri noktasında örgüt lideri, anayasal ve yasal çerçeve içerisinde kaldıkları taktirde bunun mümkün olacağını ifade ederken yasa ve anayasaların nasıl bir özgürlük çerçevesi çizeceğini açıklamaya gerek duymadan politik bir yanıt vererek durumu geçiştirmektedir. Seçimlere ilişkin ise Abbud, İslam tarihinde ve özellikle de Hulefa-ı Raşidin döneminde seçimlere ilişkin örneklerin bulunduğu gibi kraliyeti andıran bir takım uygulamaların da bulunduğunu, örneğin Hz. Ömer’in bir sonraki halifeyi seçmek için atadığı 6 kişilik komitenin seçim uygulamasını andırırken Hz. Ömer’inse Hz. Ebubekir’in doğrudan atamasıyla halife seçilmesinin bundan ayrıldığını ifade ederek, önümüzdeki süreçte hareketin yayınlayacağı bir takım açıklama ve kitaplarla bunu netleştireceğini ifade etmiştir.
Abbud’un değindiği bir başka önemli husus da, hareketin Suriye Ulusal Konseyi SUK’a olan bakışıdır. Dış muhalefet olarak da bilinen ve Suriye halkı adına uluslararası görüşmeler yapan bu grubun temsil yeterliliği ve kabiliyeti olmadığını belirten Abbud, kendileriyle bu konuda istişare edilmediğini ve danışılmadığını belirterek, SUK’un Suriye’de yaşanan gerçekliğe ilişkin hiç bir şey bilmediğini ifade etmektedir.
Suriye ordusundan koparak devrim saflarına katılan unsurlarla ilgili olarak ise Abbud, bunların da kısım kısım olduğunu, bazılarının samimi niyetlerle ve gerçekten Suriye yönetimiyle bağlarını kopardığından dolayı, kimilerinin ise çıkarını Devrim saflarında bulunmakta görmesi nedeniyle kimisinin de muhaliflerin insicamını bozmak ve muhalif grupları dünya nezdinde kötü bir imaja sahip gruplarmış gibi göstermek için devrim saflarına bizzat rejim tarafından gönderildiğini ifade etmektedir. Kendi saflarında da subay ve askerlerin bulunduğunu belirten Abbud, onları layık oldukları makam ya da mevkiye göre görev verdiklerini ancak, yine de Suriye’de silahlı mücadele başladıktan sonra Suriye ordusuna yönelik en etkili darbeyi vuran kesimlerin ordudan kopan subaylar ya da askerler değil, sivil kökenli militanlar olduğunu ifade etmektedir.
IŞID’a karşı tutum noktasındaysa Abbud dikkat çekici bir şekilde IŞID’a yönelik eleştirilerini bu örgütün yaptığı katliamlar, mezhepçi ve ötekileştirici yaklaşımı ya da şiddetin sivillere ve masum insanlara yönelik gelişigüzel kullanılması noktasından ziyade da çok silahlı gruplr arası ilişkilerde katı tutumu üzerinde merkezileşmektedir. IŞID lideri Bağdadi’nin İslam Devleti ilanının Suriye halkının öncelikleri arasında yer almadığını, dahası bunun zamanlamasının ve ilan edilme biçiminin mevcut vakıaya uyum arz etmemesi gibi bir takım tali konulara temas ederek aslında Ahraru’ş Şam’ın IŞID’a nasıl baktığını ortaya koymaktadır ki buna göre Ahraru’ş Şam’ın IŞID’a yönelik temel itirazının, IŞID’ın silahlı gruplarla çatışması olduğunu görmekteyiz.
Abbud, rejimle savaşın uzaması ve bunun beraberinde getireceği olumsuzlukların, ölümlerin ve dolayısıyla acıların daha da derinleşmemesi için Suriye yönetimiyle masaya oturup oturmayacağı noktasındaki soruya ise kesinlikle uzlaşma diye bir niyetlerinin olmadığını ve rejim yıkılana kadar silahlı mücadeleyi sürdüreceklerini ifade etmektedir.
Mevcut Suriye yönetimine destek veren bölgesel ülkeler ya da örgütlerle ilgili olaraksa örgüt lideri, Suriye yönetiminin suçlarına ortak olan herkese bunun bedelini ödeteceklerini, Rusya’nın Suriye’nin geleceğinde hiç bir şekilde yerlerinin olmayacağını, Şii hilaline karşı mücadele vereceklerini ifade ederek yanıtlamıştır. Benzer şeyleri Hizbullah için de söylemiştir. Röportajda geçen bütün bu ifadeler, Ahrar ve benzeri grupların iktidar oldukları taktirde nasıl bir dış politik çizgiyi sürdüreceklerini göstermesi açısından önemlidir. İsrail hakkında, kalbinde en küçük dini bir gayret ya da duygu kalmış her Müslümanın İsrail’in bu ümmetin düşmanı olduğunu bilmesi gerektiğini ifade etmesine rağmen, İsrail hastanelerinde tedavi olan ÖSO, Ahraru’ş Şam ve Nusra militanlarının görüntüleri pratikte bu İsrail düşmanlığının ne ifade ettiğini bizlere göstermektedir.
2. Nusra Cehpesi
Nusra Cephesi’nin söylemine bakıldığında Suriye’nin geleceğine ilişkin olarak ne yapmayı planladığına dair düşüncelerinin açık ve net olmadığını, Suriye’de yüzyıllardır bir arada yaşadığı halde farklılıklarını koruma yeteneğini sürdürebilmiş, dini ve ideolojik yönelimler bakımından oldukça karmaşık bir toplumsal yapının yönetilmesine dair bir projesinin olmadığı söylenebilir. Öte yandan Nusra Cephesi’nin Alevi ve Şii sivillere yönelik söylemleri, büyük ölçüde mezhepçi bir düşünüş biçiminin açık izlerini taşımaktadır. Üsame bin Ladin ve Eymen ez Zevahiri gibi el Kaide liderlerinde görülmeyen, en azında söylemlerine yansımayan bu mezhepçiliğin nasıl olup da Nusra Cephesi’nde vücut bulduğunu belki de Suriye’nin özel şartlarıyla, özellikle de buradaki Alevi-Şii karşıtlığının belirli İslamcı kesimler üzerindeki yansıması ile yakından ilgilidir. Nusra Cehesi’nin bu iki mezhebin dışındaki farklı dini ve mezhebi gruplara yönelik tutumu da yine bu mezhepçi tavrına paralellik göstermektedir. Örneğin 2014 yılında Nusra’nın diğer cihadi gruplarla birlikte gele geçirdiği Türkiye sınırı yakınlarındaki Keseb kasabasında yaşananlar, genelde Suriyeli selefi örgütlerin özelde ise Nusra Cephesi’nin tavrını ortaya koyar niteliktedir. Kasaba ele geçirildiğinde Nusra Cephesi’nin Kiliselere ve azınlıkların ibadet yerlerine yönelik saygısızlığı olduça belirgindir. Nusra burası ele geçtiğinde haçları kırmış ve ibaret yerlerinin mahremiyetini çiğneyen tasarruflarda bulunmuştur. Öte yandan el Cezire Televizyonunun kendisiyle yaptığı röportajda örgütün lideri Colani, Alevilerin sadece din değiştirerek gerçek anlamda Müslüman olmaları ve Nusra Cephesiyle işbirliği yapmaları durumunda ancak Alevilerin sağ kalmalarına izin vereceklerini ifade etmiştir ki bu açıklamalar herhangi bir yorumda bulunmaya gerek bırakmayacak kadar açıktır.
Bu örneklerin de gösterdiği gibi Nusra Cephesi’nin el Kaide’nin merkez yapısından farklılık arz ettiği en önemli noktalardan biri de farklı mezheplerin yanı sıra Hıristiyanlara yönelik tavır noktasında belirginleşmektedir. Bu noktayı Eymen ez Zevahiri’nin Şii Müslümanlara ve Hıristiyanlara yönelik silahlı saldırılardan men eden, zaman zaman TV’lere ve gazetelere yansıyan söylemlerinde görmek mümkündür. Zevahiri bu yaklaşımını büyük ölçüde İslami Usul-u fıkhın en temel ilkelerinden biri olan Celb-i Maslahat ve Der-i Mefsedet‘e dayandırmakta, bu kuralın bugünkü açılımını “Haçlı ve emperyalist Amerikalılara karşı savaşa yoğunlaşma” olarak ifade etmektedir. Suriye’deki Nusra Cephesi’nin el Kaide’nin merkez teşkilatının farklı mezhep ve din mensuplarına yönelik müsamahakar olmayan bir tutuma sahip olmasının nedenlerine gelince bunları şöyle sıralamak mümkündür:
– Nusra Cephesi militanlarının önemli bir bölümünün daha önce Irak cihadında Irak el Kaidesi saflarında savaşmış olması, Nusra Cephesi’nin farklı İslam mezheplerine bakışını önemli ölçüde etkilemiştir. Zira Ebu Musab ez Zerkavi’nin temellerini attığı Irak el Kaidesi, el Kaide’nin diğer ülkelerdeki kollarından farklı olarak, Selefi-Vehhabi ideolojiyi ve bu ideolonin özellikle de Şia dışmanlığı yönünü ön plana çıkartan özelliğiyle temayüz etmektedir. Irak’ın önde gelen Selefi Alimler Cemiyeti dahi Zerkavi’nin Irak’ta Ehli Sünnet’le Şia arasında bir savaş çıkarmak istediğini belirterek, Zerkavi’nin fetva verecek makamda olmadığını dile getirmiştir. Genel Sekreter’in İbn-i Teymiye’nin Şia’yı tekfir etmediği ve Müslümanların kanı ve malının haram olduğu yönündeki görüşlerine açıklamasında yer vermiş olması da ayrıca kayda değerdir. Benzeri açıklamalar ise neredeyse Irak’taki diğer bütün mezhep ve dini temsilciler tarafından yapılmıştır.
– Esad yönetimine bağlı kâh rejimle koordineli kah serbest hareket eden bazı paramiliter grupların saldırılarının yanı sıra varil bombalarının zaman zaman sivillere isabet etmesi de Nusra Cephesi’nde zaten var olan mezhepçi söylemi daha da güçlendirmiştir.
– Selefî tavrın Suriye toplumunda giderek yaygınlaşması da bu noktada önem arz etmektedir. Özellikle kırsal bölgelerde yaygınlaşan popüler Selefi tutumun gerek halk katmanları gerekse savaşçı örgütler içerisindeki mezhepçiliğin yükselişine ivme kazandırdığı söylenebilir.
– Suudi Arabistan’ın özellikle Irak’ta etkinliğini kaybetmesi ve buradaki insiyatifi İran’a kaptırmış olması da mezhepçi söylemin, kraliyet yönetimi tarafından finanse edilmesini teşvik etmiştir. Zira Suudiler mezhepçiliğin yaygınlaşması durumunda siyaseten bundan kendilerinin kazançlı çıkacağını düşünmektedirler. Zira Müslüman dünyada çoğunluğu Sünnilerin oluşturması, İslam dünyasındaki mezhepçiliğin yapacağı primin kimin hesabına yazılacağını gayet güzel bir şekilde ortaya koymaktadır.
Öte yandan Nusra Cephesi’nin lideri Muhammed Colani, el Cezire’ye verdiği röportajda ise örgütün yapısı, hedefleri ve stratejisine ilişkin önemli ipuçları veriyor. 2015’in Nisan-Mayıs aylarında gerçekleşen “İdlib zaferi”nin çok önemli olduğunu, özellikle Lazkiye ile İdlib arasındaki otobanın yanısıra kıyı şeridinin korunması noktasında da önemli stratejik bir zafer elde ettiklerini ifade eden Colani, “Önceleri savaş, Sünni bölgelerde gerçekleşiyordu, rejimin korunmasına oldukça önem verdiği Alevi nüfusun yaşadığı bölgeler belirli bir döneme kadar bu çatışmalardan etkilenmiyordu” şeklinde konuşan Colani, şimdi aynı şeyi söylemenin mümkün olmadığını, artık savaşın Alevilerin de bölgesine ulaştığını, en azından bunu önünün açıldığını ifade ediyor.
Colani Alevi meselesinde son derece mezhepçi ve faşizan bir tutum sergilemekte ve bunu da gizleme ihtiyacı duymamaktadır. Aleviler arasında asker sivil ayrımı yapmadan bütün alevileri Sünnilere işkence yapmak, katliamlar düzenlemek ve Sünni halka eziyet etmekle suçlayan Colani, Her ne kadar Sünniler içerisinde de Esed yönetimine muhalefet eden bir kitle olduğunu kabul etse de yine de Alevilerin tamamının yönetimi destekliyor olması ve rejimde kilit noktada bulunmaları nedeniyle Alevilerin tamamını olan bitenlerden sorumlu tutmaktan da geri durmamaktadır. Colani Alevileri Müslüman olarak kabul etmediğini açıkça söylemektedir.
Nasıl bir İslami Devlet istedikleri meselesinde ise Colani’nin söylediğin başka çarpıcı bir husus, kendilerinin bu savaşta öncelikli amaçlarının İslam devleti kurmak ya da bir toprak parçasını fethetmek değil, kendilerini ya da Sünni halkı savunmak olduğunu iddia etmektedir. Güney’deki bazı bölgelerde bulunan ve Suriye yönetimine destek vermeyen Dürzi ve Hıristiyan köylerine saldırı düzenlemekten kaçındıklarını ifade ederek sadece kendileriyle savaşanlarla savaştıklarını ifade etmektedir ki bu doğruyu yansıtmamaktadır. Aslında bu ifade, kendilerine saldırmasa da yönetimi pasif bir şekilde destekleyen ve silahlı olmayan halkın da Nusra Cephesi’nin hedef tahtasında olduğunu dolaylı olarak kabul etmek demektir. Ancak Keseb’de ve Malule’de yaşananlar Colani’nin dediklerini doğrulamamakta, savaşla ilgisi bulunmayan tarafsız Hıristiyan köylerinin dahi bir çok kez Nusra Cephesi’nin saldırısına maruz kaldığını göstermektedir.
Colani Dürzilere davetçi gönderdiklerini, onların inanç noktasındaki hatalarını kendilerine aktardıklarını dolayısıyla onlarla ilişkilerinin tebliğ ilişkisi olduğunu ifade etse de bir sonraki açıklamasında Dürzi köylerde bulunan kabirlerin İslami açıdan şirk kabul edildiğini ve İslam şeriatının emirleri gereğince Dürzilere kabir ziyaretini yasakladıklarını ifade etmektedir.
Colani ayrıca Suriye ordusundan teslim olan askerlere de dokunmadıklarını, kendilerinden binlerce kişiyi öldürmüş olsa dahi silahını teslim etmiş olmasıyla onları tövbe etmiş kabul ettiklerinden hiç bir şekilde onlara bir zarar verilmediğini ve bundan sonra da verilmeyeceğini iddia etmektedir. Ancak Suriye ordusundan ayrılan bazı subaylara yönelik örgüt tavrının iddia edildiği gibi olmadığı bazı muhalif çevrelerce ifade edilmektedir. Ebu Abdullah el Huli vakası buna örnek olarak gösterilmektedir. Ayrıca Nusra’nın esir düşen Suriyeli ya da Lübnanlı askerleri infaz ettiği de bilinmektedir.
Buna karşılık Colani, kendi teslim olmuş askerle esir alınan askeri birbirinden ayırd etmekte, esir alınana ilişkin herhangi bir garanti vermezken teslim olmuş askerleri serbest bıraktıklarını, bunun bilinen bir husus olduğunu belirterek Halep’teki Kuveyres havaalanı baskınını buna örnek olarak vermektedir. Ancak az önce de ifade ettiğimiz gibi bunun tersi olan vakaların sayısı az değildir.
Batılı ülkeler ilişkin olarak da Colani, Batılıların insan haklarına dair düşüncelerini önemsemediklerini belirterek önemli olan İslam şeriatının uygulanması olduğunu, Hıristiyanlara karşı Şeriatın tutumunun belli olduğunu söyleyen Colani, Suriye’de İslami bir devlet kurulduğu taktirde gücü yeten gayri müslimlerden cizye alınacağını yetmeyenlerden ise böyle bir talebin olmayacağını ifade etmektedir. Şu an ise böyle bir durumun söz konusu olmadığını, hiç bir Hıristiyan’dan cizye talep edilmediğini dile getirmektedir.
Colani kuşatma altındaki Şii köyler Fua ve Keferya ile ilgili olarak, rejimin saldırılarını buradan yönettiğini, çıkış noktasının burası olduğunu öne sürerek, kendileriyle savaşan bir bölgeyi kuşatma altına aldıklarını iddia etmektedir. Halbuki Fua ve Kefarya bölgelerinde Şiilerin büyük bir bölümünün silahlanmayı reddettikleri, yönetimle silahlı gruplar arasındaki bir savaşta tarafsız kalmaktan yana oldukları bilinmektedir. Ayrıca orada açlıktan ölen sivillerin durumuna ilişkin ise bir şey söylememektedir.
Bunun dışında Suriye rejim kaynakları değil muhalefet kaynakları, Nusra Cephesi’nin sivilleri, kadınları çocukları öldürdüğüne dair şu ana kadar çok miktarda haber geçmiştir.
Dış yardım ve bağışlar konusuna da değinen Colani, kaynaklarının büyük ölçüde elde ettikleri ganimetler ve üyelerinin mali desteklerinden oluştuğunu ifade ederken bu konuda bağımsız kaynaklar oluşturduklarını iddia etmektedir. Suriye’deki silahlı muhalif gruplar içerisinde dış destek alan bir çok yapı bulunduğunu ifade eden Colani, bunlara yardımın şartlı verildiğini, bu şartın yardım verilirken söylenmesinin gerekmediğini, bu grupların dış güçler ya da komşu ülkeler tarafından yönlendirildiğini ifade etmektedir. Colani’nin işaret ettiği bir başka nokta ise söz konusu silahlı gruplara mali desteğin genel bir destek olarak verilmediğini belirterek belirli yerlere operasyon yapma ya da belirli yerlerde eylem gerçekleştirme ya da belirli bir bölgeyi ele geçirmeleri için mali desteğin sağlandığını ifade etmektedir ki bu da aslında Suriye muhalefetin önemli bir bölümünün dış ülkeler, bölgesel ve küresel güçler tarafından yönlendirildiği gerçeğinin itirafı anlamına gelmektedir.
Ele geçirdikleri bölgelerde ticaret yaptıklarını ve elde ettikleri ganimetleri yatırıma dönüştürdüklerini söyleyen Colani, elde ettikleri bu gelirin de kendileri için yeterliği olduğunu, bölge ahalisinden vergi almadıklarını belirtmektedir. Ayrıca yurt dışından gelen bireysel olmak kaydıyla bağışları kabul ettiklerini belirtirken kendilerine şu ana kadar herhangi bir devlet tarafından yardımın teklif edilmediğini zira kendilerinin bu kapıyı baştan kapattıklarını iddia etmektedir.
Bir çok ülkenin farklı muhalif gruplara mali desteği kesme baskısı uygulayarak onların Nusra ile birlikte hareket etmelerinin önüne geçmeye çalıştığının sorulması üzerine Colani, buna imkan bulunmadığını, Nusra’nın savaşta ön saflarda olduğunu ve sahadaki en etkin güç olduğunu kimsenin şu aşamada buna güç yetiremeyeceğini belirterek diğer grupların Nusra ile çalışmaya mecbur olduğunu ima etmektedir.
(İştiraki dergisinin son sayısında yayınlanmıştır)