Rümeysa Özüyağlı
Şimdi 20’li yaşlarında olan bizler, aklımızın erdiği ilk andan itibaren Ak Parti iktidarından başka bir hükümet görmedik.
Devalüasyonu hatırlamıyoruz. Anayasa kitapçığı fırlatıldığı anda çıkan hükümet krizinden bihaberiz. MGK kararları Erbakan’a zorla imzalatılırken, alnından akan terlerin anlamını sonradan fark ettik. Magazin Gazetecileri Derneği gecesinde Ahmet Kaya’ya en hafif tabiriyle nasıl ayıp edildiğini izlediğimiz belgesellerden öğrendik. Hrant Dink öldürüldüğünde daha çocuktuk ve yaşımız büyüyüp de kendisinin dilinden suyun çatlağını nasıl bulacağını dinleyene, yazılarından ruhunun nasıl bir güvercin tedirginliği içinde olduğunu okuyana kadar onun bu memleket için ne anlam ifade etmiş olabileceğini bilmiyorduk. Kürt sorunu diye bir sorun olduğunu siz bizden öğrenecek değildiniz, dolayısıyla biz sizin sayenizde okuduk.
Çözüm sürecinde ne öğrendik?
Çözüm sürecinin resmen başladığı tarih 2012 yılı Aralık ayı civarındaydı. Ancak işaretinin verilmesi bundan çok daha öncesine dayanıyor: Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005’te yaptığı Diyarbakır mitinginde Kürt sorununun varlığını kabul etmesine. Bu olay Türkiye’de yaşayan herkes için çözüm sürecinin bir alameti ve devletin kuruluşundan bu yana sorun olagelmiş bir adaletsizliğin, ilk defa devletin ikinci en yüksek konumundaki temsilcisi tarafından dile getirilmesiydi. Ben ve benim yaşlarımda olan insanlar içinse ilk farkındalıktı zannedersem, çünkü en çok tartışılan konulardan biriydi. Bu durum bizim nesilde bir meraka yol açtı ve hepimiz okuduk. Sorunun ne olduğunu, neden daha önceleri konuşulmadığını, bu çok geç kalınmış tartışmaların ve Kürt yurttaşların haklarının iade edilmesi meselesinin ne kadar önemli olduğunu öğrendik ve bunu da hâlâ hatırlıyoruz.
Ancak burada anlatmak istediğim, bu dönemde başlayan ve birkaç yıl öncesine kadar devam eden bu sürecin bitmesinden kimin sorumlu olduğu değil. Ben o zamanlarda bize yazıp çizdikleriyle “yol gösteren” insanlardan bahsetmek istiyorum. Bu insanların bazısı “Akil Adamlar”dan olup çözüm sürecinin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu şehir şehir gezerek anlattılar. Bazıları, yazdıkları neredeyse her şeyle, şahsım adına benim yaptığım okumalara büyük katkılarda bulundular. Ama süreç sihirli bir şekilde bitirildiğinde, “Analar ağlamasın.” diyen bu insanların adalet ve vicdan duygusu bir anda kayboluverdi. Biz de nesil olarak ancak öğrendiğimiz ve karşı çıktığımız bu zulmü unutma konusunda sıkıntılar yaşadık. Öğrendiklerimizi unutmadık ama devletin bekasının ne demek olduğunu anladık.
Hrant Dink bizim için ne demek?
Hrant Dink gibi barış soluyan bir gazetecinin öldürülmesine karşı çıkmak için herhangi bir gündem takip etmeye veya Ermeni Soykırımı’na dair bir şeyler okumaya dahi ihtiyacımız yoktu. Çünkü atalarımızın yaptığı soykırımı reddedişimizde bile bir onur arıyordu kendisi. Türk ve Sünni olmamız umrunda değildi. Resmi tarih eğitimi hepimize verilirken, “Türk askeri soykırım yapmaz” diye öğretilirken; o bize güvendi ve bu inkârın iyi niyetimizden ve ırkçılığın ne kadar Allah’ın belası olduğunu bildiğimizden kaynakladığına inandı. Mahkemelerde Fethiye Çetin’in ağlamaklı ses tonuyla artık neredeyse yalvararak “bu davada örgüt” var diye diye dilinde tüy bittiği dönemlere şahit olduk. Tabii o zamanlar bizi yazdıklarıyla yönlendiren bu insanların, FETÖ yapılanmasının ne kadar tehlikeli olduğuna dair bir bilgisi yoktu, sanırım.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ’nün bütün rezaletiyle ortaya dökülmüş olması, bir anda davanın seyrini değiştirdi. Jandarma komutanlarının, davayı azmettirenlerin ittifakları birer birer ortalığa saçılmaya başlandı. Bir zamanlar yazısının çıktığı günü beklediğimiz ama artık çok da fazla okuyamadığımız bu saygın köşe yazarları, bu konuya dair hiçbir eleştiride bulunmadı, tek bir söz etmedi. Güvenlik kayıtları birer birer servis edilirken, nasıl olup da davanın üzerinden geçen 9 yıl boyunca hiç bir yerde bulunanamadığına inanmamızı beklediğiniz süreç gerçekten çok ilginçti. Bunları da unutmadık.
Yeni Şafak gazetesinin bize ifade ettiği anlam
Buraya çok fazla şey yazılabilir, teker teker eskiden nasıldı, şimdi nasıl tartışılabilir. Ancak benim hislerimi benden daha iyi ifade etmiş bir gazeteciden alıntı yapmak bana daha uygun göründü:
” …Yeni Şafak, bir zamanlar böyle eleştirilerin yapılabildiği ve bunda sorun görülmeyen bir gazeteydi… Sadece gazetenin kendisine değil, Kronik Medya’da doğrudan iktidarın yapıp ettiklerine dair eleştiriler de özgürce dile getirilebiliyordu (bunu yapan başka yazarlar da vardı).
Muhafazakâr medyanın o dönemde biriktirdiği her şeyin, “Bir ‘kuş’ kadar beyni olmayan yeni yetme yayın yönetmenleri, köşe yazarları, tv yorumcuları tarafından heder edilmesi”ne itirazların öncelikle iki Yeni Şafak yazarı tarafından dile getirilmesi bence tesadüf değil. Bu çıkışın, Yeni Şafak’ın olumlu geleneğinden bir şeyler taşıdığı muhakkak. Fakat hemen belirtmeliyim ki, İsmail Kılıçarslan ve Kemal Öztürk’ün tarif ettikleri bu talihsiz dönüşümün temelinde neyin yattığı hususu masaya yatırılmadığı sürece iktidarın etrafını saran “yeni yetme”lerden şikâyetçi olmak çok da anlamlı değil.
Ne yatıyor bunun altında? Benim cevabım, bir parça indirgemeyi de göze alarak, şöyle: Muhafazakâr dünya, siyasetiyle medyasıyla o zamanlar eleştiriye açık, hatta Yeni Şafak örneğinde olduğu gibi yer yer eleştiriyi nimet olarak gören bir dünya idi. Çünkü muhafazakârlık iktidarda değildi ya da hâlâ öncelikli talebinin demokrasi olduğu ilk evrelerindeydi. Sonra yıllar geçti, demokratik siyaset yerini “dava siyaseti”ne bıraktı ve eleştiri bu büyük, ulu “dava”lara ulaşmanın önünde bir engel sayılmaya başladı.
“Seviye” işte oradan itibaren düşmeye başladı ve bunda şaşılacak hiçbir şey yok: Eleştiriye tahammülsüzlük, evet, eleştiri sahiplerini baskılar ama eleştiriye tahammülsüzleri de kaçınılmaz olarak yozlaştırır; bir kısmını hemen, bir kısmını zamanla…
Muhafazakâr basının bir kısmı, desteklediği iktidarla arasında hiçbir eleştirel mesafe bırakmadığı gibi kendi dışından gelen eleştirilere de yüksek dozda bir tahammülsüzlük sergileyerek, şikâyetçi olunan “seviyesizliğin” zeminini bizzat kendisi hazırladı.
Söylemek zorundayım: Bu zeminin hazırlanmasında, meselenin sebebini hiç sorgulamayıp “seviyesizlik” eleştirisiyle yetinen Yeni Şafak yazarlarının ve eleştirel çizgisini koruyamayan eski gazetem Yeni Şafak’ın da bir rolü oldu.”
Bugün neredeyiz?
Bütün bu tartışmalardan hariç, daha söylemeye yerimin olmadığı veya unuttuğum başka başka meseleler de var beni hayal kırıklığına uğratan. 28 Şubat mağdurlarının haklarının iade edilmemiş veya gecikmeli olarak iade edilmiş olması, Suriye’ye yapılan müdahale ve sonrasında muhaliflerin bir anda unutulması, Mavi Marmara davasındaki devasa “u” dönüşü…
Ak Parti’nin entelektüel yüzleri olarak bir zamanlar bizi adaletin sahibi olduğunuza ikna ettiniz. Ama bizim sonradan öğrenip yanlış olduğunu gözümüzle gördüğümüz şeyleri bizlere unutturamadınız. Çünkü dilinizde adalet vardı ve biz dinlediklerimizi öğrendik.
Şimdi şu günlerde birer birer bir şeyler söylüyorsunuz referandumla, medyanın dilinin ne kadar da bozulduğuyla, “iktidar hazzı”yla ilgili şeyler. Bu sözlerin, küçük küçük çıkmaya başlamış kısık seslerin neden şimdi çıktığına dair aklımda bir şey var ama niyet okumamak istiyorum ben.
İşte bütün bu sebeplerden bir nesli kaybettiniz, kaybederken de başka şeyler öğrettiniz: İktidarda kim olursa olsun devlet aygıtlarının kullanımının yozlaşabileceğini. Ben kendi adıma teşekkür ederim, çünkü sadece benimle benzer değerlere sahip diye bir insanı hepten adil kabul edip ona güvenemeyeceğimi öğrendim. Kısık olsa da sesinizi çıkarmaya başladığınız için de ayrıca teşekkür ederim, ama zannetmeyin ki biz de genç nesil olarak politikayı kendimiz tecrübe etmiyoruz her yerde, her şekilde. O yüzden bunu daha sık dile getirin, belki iki başka nesil olarak aramızda yeniden güven inşa edebiliriz.
Bu yazı Marksistorg’dan alınmıştır.