Sosyal bilimlerde özgür irade, daha ziyade gerekircilikle (determinizm) bağlantılı olarak sorunsallaştırılmıştır. İradecilik, “bireylerin kendi eylemlerinin asıl failleri oldukları ve yaptıkları şeyler üzerinde bir denetimleri olduğu varsayımına temellenir ve “seçim yapmanın özgürlük demek olduğu inancını dile getirir” (Marshall 1999: 348-349). Siyaset bilimi açısından da, kavramın benzer bir şekilde ele alındığını görmekteyiz. Örneğin I. Berlin pozitif ve negatif olmak üzere iki tür özgürlükten bahsetmektedir (Reeve 2003: 206). Ona göre negatif özgürlük, bir eylemle ilişkili olarak başkalarının araya girmesinden ya da müdahalesinden masun olabilmek anlamına gelirken; pozitif özgürlük, bir eylemi gerçekleştirebilme kapasitesine gönderme yapar. Bu kapasitenin, yapabilme yetisi ile aynı şey olmadığı öne sürülmüştür. Örneğin insan bir kuş gibi uçmakta serbest olabilir, bu konuda kimse ona müdahale etmeyebilir, ama uçma eylemini gerçekleştirebilecek bir yeti ile donatılmış olmadığından uçma eylemini gerçekleştiremez. İşte bu nedenle de kapasite ile yapabilme yetisi birbirinden ayrıştırılmalıdır. Lakin bu görüşe, uçma yetisi ile donatılmamış olmanın da bu konuda özgür olmamak anlamına geleceği şeklinde eleştiriler yöneltilmiştir. Steiner, kişi ancak ve ancak eylemi bir başka kişi tarafından engellendiği takdirde özgürlüğünü yitirmiş sayılmalıdır der (Reeve 2003: 207). Bu ve benzeri tartışmalara konu olan özgürlük meselesi, İslam düşüncesinin de ilgilendiği alanlardan biri olmuştur. Gerek teolojik olarak kader ve özgür irade ilişkisi açıdan, gerekse mesaja muhatap olanın siyasal eylemliliği ve siyaset karşısındaki özerkliği açısından irdelenmiştir. İslamcı düşüncenin özü de, seçme ve eyleme hürriyetiyle doğrudan ilintilidir.
I.
Bir fikir cereyanı olarak İslamcılık, atalar dininin sorgulanmaksızın benimsenmesine karşı çıkmasıyla nitelenir. Örneğin Osmanlı son dönemde Müslüman toplumlardaki gerileme ve çöküşün modernleşme ve Batılılaşmaya teslimiyetle değil gerçek İslam’a dönülmesi yoluyla durdurulabileceğini öne sürülmüştür. “Gerçek İslam”a dönmek gerekir çünkü atalardan aktarılarak bugüne gelen İslami anlayışlar zaman içinde Kur’an’la ve sahih Sünnetle çelişen düşüncelerle karışmışlardır. Bu itibarla, dinin Batılı ideolojilerden aktarılan ögelerden temizlenmesi ne kadar gerekliyse, geleneksel kodlarla taşınan ve İslam’dan gibi görünüp/gösterilen ögelerden arındırılması da o kadar gereklidir. Bunun için ana kaynaklara yeniden dönerek zemini temizlemek ve bir inşa faaliyetine girişmek gerekir. Yeniden inşa demek, dini yeniden en baştan seçmek, ona teslim olmak ve bu doğrultuda dünyayı yeniden kurmaya talip olmak demektir. Bu tanımın tüm bileşenleri özgür bir seçme ve eyleme durumuna tekabül etmektedir. Bu perspektiften bakıldığında esas olan “İslam ile insanlar arasına giren engellerin kaldırılmasıdır” (Özkan 1988: 189-190). Dinde zorlama ve dayatma yoktur, teklif ve tebliğ esastır.
İslamcı düşünürler geçmiş toplumların ihtiyaçlarına çözüm bulabilmek üzere geliştirilmiş olan fıkhın mutlaklaştırılmasına ve mezhep taassubuna karşı çıkmış, Allah’a teslimiyeti ve ümmetin birliğini öncelemişlerdir. Gerek Mısır gerek İran gerekse Türkiye İslamcılığının önde gelen isimleri mezheplere saygılı ancak mezhep taassubuna karşı çıkan sorgulayıcı bir yaklaşımı tavsiye etmişlerdir. Örneğin Müslüman Kardeşler hareketinin kurucusu Hasan el-Benna, Müslümanların birliğini sağlamak için mezhepler arası toplantılar yapılması ve mezheplerin dayanışması gerektiğini düşünüyordu. Bu amaçla da Şeyh Muhammed el-Kumi gibi Şii ulemasından ileri gelenlerle fikir alışverişinde bulunmuş; bu görüşmelerin yaygınlaştırılmasını da tavsiye etmiştir. Ona göre, “her görüşten en yararlısının, genel ve adaletli olanının seçilmesi” gerekir. Ümmete hâkim olacak tek bir İslam anlayışına ulaşabilmenin yolu da budur (Tilmisani 1987: 131). Benzer şekilde Ali Şeriati (1986: 50-51) de, İslam’ı vahdet temeline dayalı bilimsel bir tarih felsefesi, birliği öngören bir toplumsal görüş, tüm ulusal ve ırksal kökenli değer yargılarını yok ederek yeryüzünde tek, Müslüman bir insan ümmeti olarak yaşamaya çağıran bir ideoloji olarak tanımlamış; ümmet içinde ve insanlar arasında üretilmeye çalışılan her tür ayrımcılığı lanetlemiştir. Etnik, mezhebi, sınıfsal ayrımlarla ezilenlerin birbirine düşürülmesine karşı çıkmış olan Şeriati, İslam dünyasının Batının emperyal saldırılarına karşı durabilmesinin kültürel ögelerin arındırılması adını verdiği bir yöntemle –bir nevi İslami Rönesans ile- mümkün olabileceğinin altını çizmişti. Hemen tüm yazılarında aklın paranteze alınmasının ve körü körüne inanmanın yaratabileceği zaaflara dikkat çekmişti
Sait Halim Paşa da, Müslüman ulusların geri kalmasını dini hükümleri yanlış anlamalarına ve yanlış uygulamalarına bağlamakta ve şunları söylemektedir: “Müslüman uluslar, durmadan değişime uğrayan zamanın gereklerini göz önüne almayarak, zamanın değişmesinden doğan yeni gereksinimlerin ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir biçimde yorumlayıp uygulamakla karşılanabileceğini anlayamadıkları için geri kalmışlardır” (Sait Halim Paşa 1985: 127; ayrıca Sait Halim Paşa ve İslamcılık konusunda bkz. Erkilet 2015a). Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Sait Halim Paşa da dini, gelenekten geldiği gibi yaşamak ve aktarmak fikrine karşıdır. Ona göre Din, Müslüman ulusların zannettiği gibi tanrıların öfke ve kötülüklerinden kurtulmak için okunan dualardan ve alışılmış birtakım törenlerden ibaret değildir. İslam ahlakının ayırıcı nitelikleri “özgürlük”, “eşitlik” ve “dayanışma”dır. Zaman içinde ruhbanlığın ortaya çıkması ve yöneticilerce de beslenmiş ve desteklenmiş olması, bireylerin akli ve manevi güçlerini özgürce kullanmasına ve dini ilkeleri hayata geçirmesine engel olmuştur. Zorbalık ve bilgisizliğin egemen olmasına yol açan bu durumun sonucu ise (Sait Halim Paşa 1985: 167) “Müslümanların ahlak ve toplumsal düzenlerinin İslami olmaktan çok İrani, Hindi, Türki ya da Arabi” olması, “İslami tanrısal birlik ilkesinin alnına şirke bulanmış bir damga vurulması” olmuştur.
Sait Halim Paşa’nın ve diğer birçok İslamcı düşünürün ısrarla vurguladığı hususlar, daha sonra savaş bölgelerinde bulunan Müslümanlar bağlamında da dile getirilmiş; farklı ülke ve mezheplerden gelen farklı gelenek ve alışkanlıklara sahip savaşçılar arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak, İslamcı literatürün önemle üzerinde durduğu meselelerden biri olmuştur. Bu bağlamda, farklı mezhep ve cemaatlere mensup Müslümanların birbirlerine “hoşgörüyle nasihat etmeleri” ve “yumuşak ve muhabbetli olmaları” gerektiği sıklıkla vurgulanmıştır. Bu kaygıları gündeme getiren ve sorunlara çözüm üretmeye çalışanlardan biri olan Abdullah Azzam (1997; 1998) mezhep taassubu nedeniyle Müslümanlar arasına ayrılık tohumları ekilmesine karşı çıkmış, yabancı mücahitlerin namazlarını yerel halkın mezhebine göre kılabilecekleri yönünde fetvalar vermiştir. Ona göre mezhebi detaylarda boğularak, ümmet içi tartışma ve ayrılıklara neden olmak doğru değildir. Bu yaklaşım doğal olarak tekfirciliğe de karşıdır. Birlikçi ve ümmetçi tutumu önceler. Oysa bugün gelinen noktada, Müslüman toplumlar içinde/arasında yükselmekte olan iç çatışmalar, İslami hareketlerin aklını kullanmayı ve seçme özgürlüğünü önceleyen birlik arayışlarını zayıflatmış, hatta birbirlerine karşı işgalci yabancı güçlerden bile daha acımasız tutumlar sergilemelerine yol açmıştır. Irak’ın işgalinden sonra ortaya çıkan Şii – Sünni çatışması, şiddet yüklü acımasız bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu sürece eşlik eden dönüşümlerden biri de, dinin özgürlükçü ve eşitleyici yaklaşımının terkedilerek, eşitsizlikleri besleyen fiziki ve hukuki dayatmaların öne çıkması olmuştur. Bu durumdan en fazla etkilenen kesimlerden biri de kuşkusuz kadınlardır.
II.
Bilindiği üzere, cinsiyet eşitsizliği ve kadınla erkek arasındaki ilişkinin hegemonik bir ast-üst ilişkisi şeklinde tanımlanması küresel ölçekte gözlenen sorunlardan biridir. Bu eşitsizlik kadını vahyin doğrudan muhatabı olarak gören ve siyasal bakımdan da seçme ve çalışma hakkına ve hatta savaşma hürriyetine kavuşturan Peygamber ve ilk dört Halife döneminde geriletilmişse de, sonraki dönemlerde Müslüman toplumlarda yeniden ortaya çıkmıştır. Bayındır’ın (2012: 57-84) da vurguladığı gibi, kadınların erkeklerin yanında esirler gibi olduğu, kadının aklının ve dininin eksik olduğu, dövülebileceği, rızaları olmadığı halde ergenleşmeleri beklenmeden evlendirilebileceği, boşama hakkının erkeğe ait olduğu gibi bazı geleneksel dini yorumlar ortaya atılmıştır. Kadınlara muhalefeti bereket olarak, karar alma süreçlerinde kadınların yer almasını kavimlerin felaketi olarak tanımlayan, kadını şeytani bir varlık ve fitne kaynağı olarak gören ve varlığını erkeğin ihtiyaçlarının karşılanması ile gerekçelendiren geleneksel duruş, özgür seçim/eylemlilik/ tarihsel bir özne haline gelmenin karşısına pasiflik/ kaderini yaşama/erkeğe göre tanımlanma seçeneklerini koymuştur.
Frantz Fanon, Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi (1983) adlı kitabında, toplumsal hareketlerin kadınları yeniden aktif birer siyasi özneye dönüştürmesi sürecini etkileyici örneklerle anlatır. Ona göre Cezayir Bağımsızlık Savaşı, kadınların toplumsal konumlarını bütünüyle değiştirmiştir. Cezayir’in ulusal bağımsızlığı kadının tarihe girişiyle özdeş bir süreçtir (akt. Erkilet 2015b: 17). Savaşın içinde fiilen yer almalarından sonra kadınlar geleneksel davranış kalıplarına bir daha geri dönmemiş; sömürgeciliğin ezilmesi yeni Cezayir kadınının da doğmasına yol açmıştır. İran devrimi sırasında İmam Humeyni’nin kadınların cihada katılmak için erkeklerden [babalarından, kocalarından ve oğullarından] izin almak zorunda olmadıkları yönündeki fetvası da benzer bir etki yaratmış, fetvanın yol açtığı toplumsal seferberlik daha sonra kadınların oy hakkını elde etmesine yol açmıştır (akt. Erkilet 2015c: 357). Her iki örnekte de Müslüman kadınların özgür iradeleriyle parçası olmayı seçtikleri eylemlilik, onları tarihsel bir dönüşüm sürecinin aktif aktörleri haline getirmiş ve bu durum onları geleneksel konumlarından uzaklaştırmıştır.
İslamcılık düşüncesinin ve onun eylemli bileşenlerinden olan İslami hareketlerin kadınları tarihin öznesi haline getiren güçlendirici etkileri, bugün yine “İslami” olduğunu öne süren uygulama ve hareketler tarafından tersine çevrilmektedir. İster Müslüman isterse başka dinlere mensup olsun kadınların varlık amacının cariyelikle ya da seks köleliği ile sınırlı hale getirilmek istenmesi bu bağlamda zikredilebilecek en belirgin örneklerdendir. Savaş dışı bırakılması gereken Ezidi kadınların kaçırılması, sistematik tecavüze uğratılması, satışa çıkarılması, kürtaja zorlanması ya da öldürülmesi gibi uygulamalar kölelik kurumunu yeniden canlandırma tehdidi içermekte ve insan hakları bağlamında toplumsal cinsiyete dayalı şiddet olarak tanımlanmaktadır. Mazlumder’in (2014: 14-15) Kamp Dışında Yaşayan Suriyeli Kadın Sığınmacılar Raporunda, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) çerçevesinde “bir bireye cinsiyetini ya da toplumsal cinsiyetini temel alarak doğrudan yapılan şiddet” şeklinde ifade edilmiştir. Rapora göre, “bu şiddetin temel nedenleri, bir toplumdaki kadınları erkeklerle ilişkilerinde daha aşağı konumda tutan toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dayanan tutum ve uygulamalardır”. Raporda BM verilerinden hareketle, her yıl dünya üzerinde iki milyon civarında kadının ve kız çocuğunun ticaretinin yapıldığı, Bosna, Kamboçya, Liberya, Peru, Somali ve Uganda’da savaşlar sırasında toplu tecavüz vakaları yaşandığı vurgulanmakta ve Bosna savaşı sırasında tecavüze uğrayan en az yirmi bin kadın bulunduğunun altı çizilmektedir. Suriye savaşı sırasında da kadınlar sadece IŞİD tarafından değil rejim tarafından da toplumsal cinsiyete dayalı bir şiddete maruz bırakılmış, göç ettikleri ülkelerde de insan tacirlerinin ve fuhuş çetelerinin eline düşmüşlerdir. Rapora göre, Türkiye’de insan tacirlerinin eline düşmüş olan kadınların yaş ortalaması 15-18 arasındadır ve yaş sınırı giderek [13’e kadar] düşmektedir (Mazlumder 2014: 38). Bu ticaretin bazı örneklerde çok-eşlilik gerekçesiyle meşrulaştırıldığı ve hukuken geçerli olmayan evlilikler yoluyla ülkeye getirilen sosyal güvencesiz kadınların boşanmaların ardından fuhşa sürüklendiği de ileri sürülmektedir.
Yukarıda sayılan cinsiyetçi saldırganlıklar, özellikle de geleneksel bazı dini kodlarla meşrulaştırıldığında, İslam’ın yukarıda zikredilen özgür bir varlık olarak kadın anlayışını gölgelemektedir. Fıkıhtan türetilmeye ve delillendirilmeye çalışılan dar taassup, akıl dışı zorbalıklar, İslam’ın savaş fıkhına ters düşen infaz ve katliamlar ile cinsel ve ekonomik istismarlar, İslamofobik tepkileri besleyerek İslamcılığın entelektüel ve özgürleştirici katkılarını gölgelemektedir. Bu bağlamda en çok zarar gören de, İslamcı literatürün inşa ettiği, “tarihsel bir özne olarak kadın” algısıdır. Bu örneklerde, inançları doğrultusunda mücadele veren kadınların yerini mücadele içindeki erkeklere hizmet eden kadın algısı almaktadır. Bu hizmet de entelektüel ve siyasal olmaktan ziyade cinsel bir obje haline getirilmekle özdeşleştirilmiş görünmektedir.
Sonuç Yerine
Müslüman dünyanın bugün içine düştüğü akıl dışı şiddet ve düşmanlık sarmalı, ulusal, etnik, mezhebi ve cinsiyete dayalı ayrımcılıklar üzerinden sürmekte, bu ayrımcılıklardan beslenmektedir. Ana kaynaklara dönüşü ve bunlardan hareketle geleneği, gündeliği ve ayrımcılıkları sorgulamamız gerektiğini savunan İslamcılık düşüncesi, özgür insan tekini muhatap almakta, teklifi ona götürmekte ve aklını paranteze almaksızın bu çağrıya icabet etmesini öncelemektedir. Ulusal bağlılıklarını, mezhebi ve etnik kökenini, cinsiyete ilişkin kalıp yargılarını Kuran ve sahih Sünnet temelinde sorgulamaya açmayan bir Müslümanlığın, ölümcül kimlik siyasetinden öteye geçemeyeceği bugün bir kez daha görülmüş durumdadır. Onun için kimlikçi dayatmalardan arınmaya çalışarak, tüm insanlık için kurtuluş, özgürlük ve özsaygı vadeden yeni bir düzeni inşa etmenin İslami yollarını bulmaya çalışmak zorundayız.
Bu yazı Bilge Adamlar dergisinde yayınlanmıştır.
KAYNAKÇA
Azzam, Abdullah (1997/1998). Tevbe Suresinin gölgesinde cihat dersleri (I ve II. Ciltler). 2.b.. Çev. Tercüme Heyeti. İstanbul: Buruc Yayınları.
Bayındır, Abdülaziz (2012). İslami Açıdan Toplumsal Cinsiyet. Dini ve Toplumsal Boyutlarıyla Cinsiyet 1 içinde (sf. 57-84). İstanbul: Ensar Neşriyat.
Erkilet, Alev (2015a). Mazlum Doğu’nun mağrur çocukları: İslamcı portreler ve Türkiye’de İslamcılığın seyri. İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları.
Erkilet, Alev (2015b). Eleştirellikten uyuma: Müslümanların kamusal alan serüveni, 2.b.. İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları.
Erkilet, Alev (2015c). Ortadoğu’da modernleşme ve İslami hareketler. 6.b.. İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları
Fanon, Frantz (1983). Cezayir bağımsızlık savaşının anatomisi. İstanbul: Pınar Yayınları.
Marshall, Gordon (1999) Sosyoloji sözlüğü. Çev. Osman Akınhay & Derya Kömürcü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
MAZLUMDER (2014) Kamp dışında yaşayan Suriyeli kadın sığınmacılar raporu. http://mazlumder.org/webimage/MAZLUMDER%20KAMP%20DI%C5%9EINDA%20YA%C5%9EAYAN%20KADIN%20SI%C4%9EINMACILAR%20RAPORU(9).pdf. (Edinilme Tarihi 09.03.2016).
Özkan, Ercümend (1988). İnanmak ve yaşamak. İstanbul: Yöneliş Yayınları.
Reeve, Andrew (2003) Freedom Maddesi. Oxford Concise Dictionary of Politics içinde. (p. 206-207). Iain McLean & Alistair McMillan (ed.) New York: Oxford University Press.
Şeriati, Ali (1986). Ne Yapmalı? Çev. Muhammed Hizbullah. İstanbul: Bir Yayıncılık.
Tilmisani, Ömer (1987). Hasan el-Benna ve Davet Mektebi. Çev. Mehmet Yolcu. İstanbul: Madve Yayınları.