Hep beraber, toplum olarak, kendi ellerimizle oluşturduğumuz bir felakete hızla yuvarlanıyoruz . İçinde yaşadığımız bu kâbus durumunu hak etmiyoruz ve buradan bir çıkış yolu aramak için hepimiz sorumluluk altındayız.
Kutuplaşmanın, kavganın, karmaşanın hakim olduğu bir ortamda, biz, farklı kesimlerden, farklı kültürel arka planlara sahip insanlar, “adalet zemininde” buluşmak, barışı ve giderek daha da görünmez hale gelen sağduyuyu aramak üzere bir araya geldik.
Bu kavga ortamı insanları taraf olmaya çağırıyor. İnsanları biz ve ötekiler, yandaşlar, düşmanlar ve hainler şeklinde bölünen ve her insanı taraftarlık şapkasına sokmaya çalışan zihniyetlere karşı biz de taraf olmaya karar verdik.
Kendi tarafımızı seçtik ve bu kör döğüşünde gözden uzaklaşan, ancak insan aklının tüm zamanları aşarak biriktirdiği hukukun ve insan kalbinin inşa ettiği adaletin tarafını seçtik.
Neye dayandırılırsa dayandırılsın, adalet kişinin kendi nefsi için hak gördüğünü talep etmesi olduğu için herkesin ihtiyacıdır. Ama daha da önemlisi adalet, kendisi gibi olmayanların hakkının gözetilmesi olduğunda ahlaki ve erdemli bir “duruş” ölçüsü olur. Ancak “öteki” görülenin hukukuna sahip çıkarak şiddeti bu topraklardan söküp atabilir, barışın ve huzurun önünü açabiliriz.
Canımızı yakan derdin çok fazla emaresi var. Ama en çok çocuklarla ilgili olan adaletsizlik ne halde olduğumuzu ortaya koyuyor.
Eğer ölen bir çocuğun sızısını tüm kalbimizde hissetmiyorsak, “öldürülen çocuk hangi taraftan?”, “çocuğu vuran kurşun kimin?”, “ölen çocuk hakkındaki kim ne söylüyor?” sorularını sorabiliyorsak, aldığımız cevapla kalbimiz ikiye bölünüyorsa, “iyi” olmamız mümkün değil; bu yarım kalple ancak “kötü” olabiliriz.
Darbelerde, idamlarda, katliamlarda, cinayetlerde, irili ufaklı haksızlıklarda ve ahlaksızlıklarda bin bir yüzünü gördüğümüz bu kötülüğü aşmak; kim olursa olsun zalimlerin zulmüne, ahlâkî erozyona dur demek için, adaleti soluduğumuz hava, içtiğimiz su kadar aziz kılmak zorundayız.
Ancak adaleti bu topraklarda eskimiş ve kalıplaşmış bir lâf olmaktan çıkarıp, aklımızda ve kalbimizde yaşayan gerçek bir değer haline getirebilmek için birbirimize ihtiyacımız var.
Kaybettiğimiz asgari doğruya, tevazu içinde, ancak birlikte yürüyebiliriz.
Dolayısıyla, şu soruyu hem kendimize, hem “öteki” gördüklerimize aynı anda sormak zorundayız:
“Bahsettiğiniz tehlikelerden, bulduğunuz çözüm yollarından ve vadettiğiniz o şahane gelecekten bu kadar emin misiniz? Ya öyle değilse?”
İçinde olduğumuz kalabalıklar bize güven verse bile, o kalabalıkları ne kadar haklı olduğumuzun ispatı kabul etsek bile, herkesi kucaklamayan bir toplum tasavvuru kocaman bir hiçtir. Toplum, hakikat ve erdemin her zaman çoklukta değil, farklılık ve çoğulculuğu esas alan vicdan ve adalet temelinde gerçekleştiğinin bilinci ile varoluş kazanacaktır.
Ahlâkî ve adil olabilmek için, kimliğimizin aleyhine olsa bile doğruyu söylemek zorundayız.
Biz, inandığımız doğruları yüksek sesle ifade etmekten hiçbir şartta geri durmayacağız. Bununla birlikte, ancak başka doğrulara sahip olanlarla muhabbet ederek “biz” olabileceğimize, yaşadığımız toprakları “memleketimiz” yapabileceğimize inanıyoruz.
Bu nedenle biz, adalet zemininde bir araya geldik.
Bundan sonrasında, kutuplaşmış bir ortamda elimizden geldiğince gözlerimizden kaçırılan adaletin ışığını yeniden görünür kılmaya çalışacağız.
Bu yolda yürümek için memleketin insanlarını da aramıza çağırıyoruz.
Adalet Zemini (A’dan Z’ye)