12 Şubat 2017 – Mithat Sancar’ın Konuşmasının Hatırlattıkları

0

Fatma Akdokur

3 Mayıs 1999. Başörtülü olarak milletvekili seçilen Merve Kavakçı yemin edecekti. Hepimiz istim üstündeydik. Gözümüz ve kulağımız haberlerde, olup biteni takibe çalışıyorduk. Meclis’in Kavaklıdere tarafındaki kapısının önünde bir grup “çağdaş” kadın Merve Kavakçı aleyhine protesto gösterisi yapıyordu. Zamanın Başbakanı, elindeki kâğıttan okuyarak “Burası devlete meydan okunacak yer değildir; lütfen bu kadına haddini bildirin” diyerek açıkça milletin bir vekiline karşı saldırı çağrısı yapmıştı. (“Lütfen”i dikkat çekiciydi! Bülent Ecevit öldüğünde, Fetö’cü Zaman Gazetesi, Türkiye’nin “en kibar siyasetçisi” diyerek övgüler dizmekten kendini alamamıştı!) Yüreğimde korkunç bir yangınla ve bir türlü engel olamadığım gözyaşlarımla Cebeci yokuşunu indim. Otobüse atladığım gibi Meclis önüne gitmeye çalıştım. Sokakta, caddede insanlar kendi hâlinde gündelik hayatlarını sürdürürken, benim içimdeki yangının farkında olmayarak evlerine ulaşma telaşındaydılar. Şaşkınlık ve acıyla insanların yüzlerine bakıyordum. Kaygılarımı, kederimi anlasınlar, içimi kavuran ve Merve Kavakçı’nın şahsında uğradığımız o aşağılanmaya, değersizleştirmeye hatta yok edilmeye yönelik isyanı fark etsinler istiyordum. Ama, heyhat!.. Ne kadar da umursamazdı insanlar…
Mithat Sancar Hocayı, meclisteki o dokunaklı konuşmasını dinlerken de yüreğimin aynı acı ile kabardığını hissettim; gözyaşlarıma hâkim olamadım. Bu yürek kabartısı, Mithat Sancar’ın sözleriyle bir umut, bir ışık arıyordu. 139, yazıyla yüz otuz dokuz akademisyen KHK ile atılmıştı.
“…28 Şubat mağdurlarından Beşir Hoca, şimdi bir tek sözünüz olmayacak mı?..”,
“…Ahmet Gündoğdu, ‘Bir daha asla’ raporunu yalnızca kendiniz için mi yayınladınız?..”,
“…Talip Küçükcan, bugün bir sözün yok mu Talip!..”
“… Fatma Benli, beraber insan hakları komisyonlarında çalıştık; bir tek sözünüz olmayacak mı?..”
Ama heyhat!.. Ne kadar da umursamazdı şimdi bu insanlar…
Ekran karşısında, tıpkı Merve Kavakçı’nın yemin gününde olduğu gibi ama bu defa utançla donup kalmıştım. Sanki 2014 yılında Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde yapılan, haksız ve hukuksuz uygulamaları eleştirdiğimiz “28 Şubat Yargılanıyor” panelinde birlikte konuşmacı olduğum Mithat Hoca bana da sesleniyormuş gibi göğsüm acıyla daraldı: “…28 Şubat’ta öğretmenlikten atılan Fatma Akdokur, 139 hoca üniversiteden atıldı, bir sözün olmayacak mı?..” Sözüm vardı elbet, ama bugün ben de diğer pek çok akademisyen gibi, tıpkı bir zamanların Başbakanı Mesut Yılmaz’ın bir vesileyle “söylenecek söz çok ama…” diyerek eliyle apoletleri işaret ettiği günlerin bir başka biçimini yaşıyordum; çok ama çok kınamış, birçok defa da nasıl bir zorbalık karşısında olduğumuzun örneği olarak anlatmıştım Mesut Yılmaz’ın apoletleri gösteren o zavallı hâlini!..
Ne garip tecellidir; 28 Şubat sürecinde bizleri, Kanal7’de sunduğu Haber Saati ile ekran başına toplayan, başka hiçbir kanalın bize dair bir haber yapmadığı günlerde, öyle ya da böyle bir şekilde “bizden” haber veren Ahmet Hakan’ın şimdiki Kanal D’deki Haber programında, bir başka mağduriyeti “…Bu atılan akademisyenlerin çoğu 28 Şubat’ta size destek verdiler, başta Ben olmak üzere..” diyen Mithat Sancar’ı dinliyordum…
Doksanlı yıllarda “Hayır diyebilen Türkiye” konferanslarıyla, hepimize hayata, etrafta olup bitene dair sorumluluk alma yönünde uyarıda bulunan Kâmuran İnan, 28 Şubat zulmünü “Bu defa el-Nino’ya yakalandınız” diyerek nitelemişti. “ Şımarık çocuk” kasırgaları… Rahmetli hayatta olsaydı bugünü nasıl tanımlardı, acaba?..
O gün büyük bir zulüm ile okullarından, üniversitelerinden, işlerinden atılanların bugün nasıl olup da zücaciyeye girmiş fil gibi, 15 Temmuz darbecilerine veya PKK’ya karşı mücadele adı altında önlerine çıkan herkesi tepeler görünüp birçok haksızlığın ve zulmün müsebbibi oluşları ya da olanları seyretmesi hatta önemli bir kısmının desteklemesi, sanırım üzerinde çokça durup düşünmeyi zorunlu kılan bir hâl olsa gerek.
28 Şubat’ta beraberce Başkent Kadın Platformu’nda hak ve özgürlük mücadelesi verdiğimiz Fatma Bostan Ünsal’ın bu defa bu coğrafyada Kürt kardeşlerimizin iki ateş arasında kalışına dair isyanını vicdanen olsun ifade etmeye çalışırken Üniversitesinden atılışı; Mazlum-der’in ilk yıllarında beraber yönetim kurulunda çalıştığımız, o süreçte de, Mazlum-der gibi bir insan hakları örgütünün kurucusu olmak gibi bir suçu (!) işlediği için Üniversiteden atılan Cihangir İslam’ın, bugün sadece vicdanen sorumluluk duyarak yüzlerce öğretim üyesinin Kürt meselesine dair görüşlerini yazılı ve imzalı bir alenilikle ifade etmeleri karşısında uğradıkları şiddetli “siyasal baskı”ya, ifade özgürlüğünün en temel haklardan olduğunu söyleyerek karşı çıkması, ardından açık gerekçesini bilmediğimiz bir şekilde Üniversitesinden atılması; “bizim buradan başka bir gelirimiz yok, ama hiç değilse çocuklarımızın ve öğrencilerimizin yüzüne, ‘haksızlıklar karşısında susmamanın onuruyla bakabileceğiz’” diyerek anlamsız baskı ve şiddete karşı duran Melek Göregenli, Nilgün Toker, Özlem Fedai ve daha ismini sayamadığım ve tanımadığım birçok hocanın üniversitelerinden atılmaları hangi “şımarık çocukların (!)” işi olabilir, acaba?..

Bu yazı Adalet Zemini için yazılmıştır.

Share.

About Author

Comments are closed.