15 Mayıs 2017 – Dört ayaklı minare’nin kırık ayağı

0

Reha Ruhavioğlu

‘diyarbakır etrafında tanklar var, tanklar var’

ordunun kenti henüz kuşatmadığı, tankların koşumlarının yağlandığı, perşembenin haberini verdiği cumalardan biri. ulu camii önünde tedirgin balıklar gibi biri demli biri açık üç kaçak çaydan sonra, öyle yerlerde yürüyenlerin bilebileceği bir titizlikle, aldığımızın son nefes ve attığımızın son adım olmaması için pür dikkat yürüyoruz. akreplerle tomaların gölgesinde, ayağından vurulmuş dört ayaklı minarenin az aşağısından, surp giragos kilisesi’nin köşesinden yoğurt pazarına çıkan yola dönüyor, rögar kapaklarıyla durduğu yerden emin olmayan taşlara basmamaya özen göstererek ve geçen gün çocukların basmasıyla patlayan ve üç çocuğu sakat bırakan ve içimize kara bir leke bırakan ve ah işte o yeri birbirimize göstererek ve on üç on beş yaşlarında çocukların elde tüfek nöbetleri arasından geçerek ‘kurtarılmış bölgelerinde’ halay çeken gençlerin ‘sen ya medyasın ya emnıyetsın’ bakışları arasından geçiyor, bir felaketten kıl payı kurtulmuş dışına karşın içinin temizliğine anlamlar yükleyerek kurşunlu camii’de ikindiyi kılıyor, paşa hamamının restorasyonuna devam ediliyor olmasına şaşırarak ama son nefesimiz şuramızda gibi, gibi değil şuramızda, geziyoruz.

ben ki yolun yarısına gelmeden bezmiş, yüzü mütemadiyen donuk biriyim; yaşamak telaşımın dışarıdan bu kadar net görüldüğüne şahit olmadım. diyarbekrin kokusunu bir daha alamayacakmışız duygusu yüzüme nasıl asıldıysa artık, mihmandarı olduğumuz arkadaşım kaç kere ‘isterseniz siz gelmeyin, ben yalnız da gezerim’ dedi. ‘yağlı ilmik boynumuza dolandı’ hissiyle dolandık durduk da hissettiğimizin bizim son nefesimiz olmadığını bilemedik, ah. gün akşama dönünce sur’dan kalan fotoğrafın altına şunu yazmışım: hendeklerin, barikatların, göğe yatay ve dikey çekilmiş brandaların, terkedilmiş evlerin, keleşli gençlerin, halayların, makul şüpheli bakışların, dört ayaklı minare yaralarının, akreplerle tomaların arasından geçtiğimizden kalan “yaşamak” ağrısı…

günden kalan gecede; son nefesi çekiyor olmakla onun son nefes olmadığını anlamanın sarkacında, ölmekle ölümden dönmek arasında, bir karabasan haliyle, bir cumartesi sabahı…

‘diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım’

‘ağzından zeytin dalı düşürülmüş bir halde’ dört ayaklı minarenin yaralı ayakları dibinde ben değilim uzanan. güzel atlara binip giden güzel insanlara yaraşır bir şekilde atını mahmuzlamış, ‘dört ayaklı minarenin tepesi’nden “hoşçakalın dostlar. iyilikle kalın” diye el sallayan, bu şehrin karakol ve zindanlarında ‘gençliği cayır cayır yanarken’ diyarbekri hep ‘bu yangın söner bir gün, ağlama’ diye teselli etmiş, yüreği annemin tülbendi kadar beyaz bir güvercin. ama ‘nerde olsa tanıyacağımız’ bir kurşun sesiyle vurulmuş bu enseden hepimizin kanı sızıyor, yüz yıldır yüz üstü…

‘arkadaşların yüzü ağır ağır solarken…’

orada, o kesme taşların üzerinde yüzükoyun, ben değilim uzanan ama ‘kör kuyularda merdivensiz’ kalası kara haberi alanlar o gün bir ‘hırçın depremle sarsılır’ gibi ‘diyarbakır yolunda toz olmuş dağılır’ buldu kendini. darmadağın olanların her birini rüzgar başka bir yerden sürükledi hastanenin soğuk morgu önüne. içindeki tespihin ipi kopmuş kimse kimsenin yüzüne bakamadı, sesi soluğu solan herkes toprağın kanadığı, göz yaşlarına ayın vurduğu o akşama kırk ölümle vardı, ‘çiğdemler solar gibi’ kalakaldı gecenin karanlığında. gün, doğumundan utandı.
ağlama deriz ama ağlar diyarbekir, arkasından ağlanacak adamlara…

‘siz benim nasıl yandığımı nerden bileceksiniz’

sabahı edemeyen bir sonbahar sabahı, ‘bavooo!’ diye göğsümüze depremler salan nazenîn bir çığlıkla geldi, yanında o günden sonra ‘baba’ demeyen, babasının mezarına hiç gitmeyen bir kardeşin taştan suskunluğuyla. feryatla bu ketumluk bir elmanın iki yarısı gibi aynı gölgede nefes alıyorlar; boyun eğmeyen cesaretiyle tevazuu at başı giden bir yiğide yaraşır dirayetiyle ama sol yanında dünden beri giderek büyüyen, dünyadan büyük boşluğuyla meydana sığmayan, konuştuğunda sesi kalbin üzerinde gezinen cam kırıklarına eş bir annenin gölgesinde. devrilmiş bir fidan, kanayan bir halk, bir ölüm ırmağı gibi aktı toprağa bu gölgenin gölgesinde…

bir gün sonra panel kürsüsünün arkasında elinde notlarıyla çekilmiş fotoğrafını görünce, birazdan gelip oturacak da bize cesur ve mütevazı bir hak savunucusu nasıl olur gösterecek sandım, e’zemellahu ecrekum vaktine kadar onu orada hep öyle gördük. böyle görmeseydik, ah!

onu karşılayan faili meçhuller ordusuyla tanışıklığı yaşımdan büyüktür, ama ben geç buldum tez yitirdim ona yanarım…

sonbaharın o kara günü, kürdistan’ın kan davalarından aşina olunduğu üzere herhangi birini değil en kıymetlilerimizden birini düşürdü toprağa. mahkemelere hukuk öğreten zekası ve ilmiyle, karıncaları imrendiren çalışkanlığıyla, şiddetsizliğe olan tükenmez inancıyla, insan varsa imkan vardır’a yaslanan sivil toplumculuğuyla, hepimizin yüreğine fer olan cesaretiyle, kafa tutarken bile elden bırakmadığı nezaketiyle, her şeye geç kalmış aceleciliğiyle ve o kürdî asaletiyle en kıymetlimizi vurdu o lanetli tetik. öyle bir lanet ki, ‘dursun dediği çatışmayı şiddetlendirdi, ‘dinsin!’ dediği ateşi harlandırdı. o ölüm gününden bu yana aylar geçti ama o sokakları bir kere olsun gezemedik, taş üstünde taş kaldı mı bilmiyoruz. kim ne arıyorsa suriçi’nden dicle kenarına taşınan molozların içinde arıyor, öyle bir lanet…

bir köyün, bir aşiretin, bir şehrin en kıymetlilerinden biri hele de zamansız bir zamanda toprağa düşürülmüşse onun yası, ben ölmüşüm gibi üç gün sürmez. aylar geçse de yakınıyla uzağıyla insanlar ondan söz açıldığında yas günlerine geri döner. gözler yere bakar, başlar bulutlanır, bakışlar nemlenir. onun evine beş ay sonra girerken bir taziye evine giriyor hissimiz, bitmeyen bir yasla karşılanmamız, cümlelerin yarım kalıp düşerken birbirlerine tutunması, tutunamayıp ayaklarımızın dibinde dağılması hep bu yüzdendi, bu yüzden hep böyle olacak…

kıymetini takdir edememiş olsak da kıymetlimizdi tahir elçi. genç bir fakülte öğrencisiyken işkenceyle tanışmasıyla, çiçeği burnunda bir avukatken köyünün yakılarak boşaltılmasıyla kürdistan’ın makus talihiyle eş bir ömür sürmüş onu hep içimizin büyük derdi olan davalarda gördük. doksanların roboskî’si kuşkonar katliamı’nın mahkum edildiği karanlığın üzerine gidip ankara’nın dehliz bekçilerini gözüne fener tutulmuş tavşanlar gibi irkilten de oydu, bugün o dehlizlerde gezdirile gezdirile kuşkonar gibi kaybedilmek istenen roboskî’nin avukatı da. göz göre göre öldürülmüş çocukların peşinden de o koşturuyordu, sabaha karşı evinden beyaz torosla alınıp bir daha gelemeyen büyüklerin de… insanlarımızı geri getiremezdi belki ama onları köprü altlarında, asit kuyularında faili-i meşhur bir silsileyle aramızdan çekip alanları bir kuyumcu terazisi titizliğiyle çalışarak adaletin ve tarihin önünde mahkum etmeye azmetmişti, ediyordu da. tesadüfler cumhuriyeti’nde tesadüf olmaz, onun yüzüstü yere düşürülmesinden hemen sonra bu davaların da dağıldığını acıyla müşahede ettik, şaşırsa mıydık?

‘hoyrattı gülüşleri, aydınlığı çalkalardı
gittiler akşam olmadan, ortalık karardı’

tahir elçi’nin ismi kürdistan’ın haksız, zamansız ve zalimane toprağa düşürülmüş, aydınlığı çalkalayan bütün iyi adamları gibi kürdistan’ın iyi adamlarından olan hrant dink’in isminin de yanına yazılıdır. hem ikisinin güvercin tedirginliği hem de arkalarında bıraktıkları kuş hüznü onları en çok birbirlerinin yanına yakıştırmaktadır. birinin altı delik ayakkabısını; diğerinin tespihini, tarağını, düşerken kırılan kol saatini bırakması da bu kardeşliğin bir tecellisi olsa gerektir. eşlerini yitirdikleri günden bu yana onlardan yadigar birer hüzün elbisesinden başkasını giyemeyen iki kaderdaştan türkan elçi’nin agos’un penceresinde eşinin ağzından okuduğu gibi; ikisi de biraz daha kalıp cudi’de nar ağaçlarına savaşın sinmiş isini alıp temizledikçe hayatın gerçek kokusunu alacak, yaprağın damarlarında gülümseyen suretlerini göreceklerdi. nar yaprakları onlarla barışacak, gözyaşları durulacaktı. cizre’de, silopi’de, nusaybin’de, sur’da yürekleri hüzünle yüklü, ayakları çıplak çocuklar bir yataktan, bir yorgandan ibaret bir hayatı el arabalarıyla taşımayacaktı. uçurtmalar yapıp çocukların minicik avuçlarına tutuşturarak uçurtmalar yapacaklardı. yetimliğin, öksüzlüğün tadına bakmalarına mani olacaklardı. bundan ibaretti meramları… komadılar!

yüzüne şarkılar çarpar, yüzüne şiirler çarpar, ağlarsın
sen artık, sen artık buralarda duramazsın.

çok sevilen biri ayrıldığında insan bir ikileme düşer. hatıraların ağırlığı altında ezildiği için o zamandan ve mekandan kaçmak ile o hatıraları diri tutmak için onlarla yaşamanın ağrısını sahiplenerek o zaman ve mekanda kalmak. ikisinin de gayet insanî olduğu bu tercihlerden zor olanı seçti türkan elçi. aldıkları her nefesin, dokundukları her duvarın, her eşyanın, yürüdükleri her adımın ne kadar zor olduğunu onun yüzüne her geçen gün biraz daha oturan ağırlıktan anlayabiliyorum.

bir tahir elçi yazısı nasıl başlar nasıl biter bilemedim. bir arkadaşımdan sevdiğini duyduğum şarkı türkan elçi’nin kalbin üzerinde bıçak gibi gezinen sesinden çınlıyor kulağımda…

lê lê rihê, rihê min î / tu şêrîka ‘emrê min î / tu şêrîka mala min î / rihê min
bi şev bi roj ez xew nakim / qêmiş nakim te şîyar kim / ji eyb û şerman ez deng nakim / rihê min
lê lê rihê, rihê min î / tu kevoka ser hêlîn î / kela germe vê havînê / rihê min

tahir abi! seni linç edenlerin hakkında açtığı o davaya cevaben ‘kimin kimi yargılayacağını ve aslında kimin mahkum olacağını hep birlikte göreceğiz’ demiştin, gördük. sen bazalt taşların üzerine yüzüstü düşürüldükten sonra hakkındaki dava düşmüş, ama adalet sana karşı aklanamadı, aklanamayacak…

bir keresinde nelson mandela’dan alıntıyla şunu demiştin: ölüm kaçınılmaz bir şeydir. eğer ülkenize ve halkınıza karşı görevinizi yerine getirmişseniz huzur içinde yatabilirsiniz.

sen huzur içinde yat, biz öldüğünle ölelim…

[yokuş yol’a dergisinin beşinci sayısında yayımlanmıştır.]

Share.

About Author

Comments are closed.