22 Ocak 2017 – ‘Misyoner Karşıtlığı” Üzerinden Devletin Kısa Yakın Tarihi…

0

Aydın Samur:

Malatya Zirve katliamı davasının sonuçlanıp, yalnızca tetikçilerin ceza alması buna karşılık perde arkasındakilere hiç dokunulmamasının üzerinden daha birkaç hafta geçmemişti ki, geçen ay Milat gazetesi misyoner paranoyasını manşetten piyasaya sürdü tekrar.

1990’ların sonu ve 2000’lerin ilk yarısında ”misyoner tehlikesi” ülkede milliyetçi bir mobilizasyon yaratmak ve siyasi gündemi belirlemek için kullanılan ana polemiklerden biri haline gelmişti. Konu 2001 yılında MGK’da da ele alınmış ve MGK ”Türkiye’deki misyoner faaliyetlerini milli birliğimize yönelik bir tehlike” olarak görmüş ve bunu ilan da etmişti. Bundan sonra konu bir anda bir çok yayın organında aynı anda ele alınmaya başlanmış ve geniş kitlelere yayılmıştı. Herkes misyonerlerin ülkede gün be gün çok sayıda Müslüman’ı Hıristiyan yapıp bölücü faaliyetler yürüttüğünü iddia etmeye başlamıştı. Öylesine bir paranoya yaratılmıştı ki, konu kahvehane muhabbetlerine kadar inmiş, herkes apartmanın üst katında gizli kilise aramaya, ya da gördüğü her gayrimüslim ya da yabancıya ajan gözüyle bakmaya başlamıştı.

Gerçekte yaygın bir Hristiyanlığa geçiş bile yoktu ortalıkta. 2007 yılında açıklanan resmi rakamlara göre son yedi yılda 70 milyonluk Türkiye’de, 344 Müslüman din değiştirmişti. Cumhuriyet tarihi boyunca ise toplam 10 bin kişi Hristiyan olmuştu. Bunların çoğu da çeşitli baskılar yüzünden daha önce gerçek kimliğini gizlemek zorunda kalmış insanlardı.

Dolayısıyla, din özgürlüğünün doğal karşılanması gerekliliği bir yana, ‘misyoner tehlikesinin’ gerçek bir ‘tehlike’ olmaktan çok uzak olduğu açıktı. Daha çok, toplumda özellikle Susurluk Skandalı’ndan sonra yükselen, şeffaflık, açıklık, denetlenebilirlik taleplerinin önünü kesmek, Avrupa Birliği demokrasi kıstaslarına göre devletin yeniden düzenlenmesini engellemek için AB karşısında milliyetçi bir direnç hattı oluşturmaktı amaç.

AB ile daha önce başlamış olan müzakerelere AKP hükümeti hız verince, milliyetçiliği beslemeyi hedefleyen bu kampanya AKP hükümetine karşıt bir renk aldı. ”Ülkenin kiliseler ve misyonerler tarafından işgal edildiği, yabancılara toprak alım izni, azınlık vakıfları vb. düzenlemelerle hükümetin bu işgale destek olduğu…vb.” işlendi. Giderek şiddetlenen kampanya giderek kanlı bir hal aldı. Aynı milliyetçi dalga çerçevesinde değerlendirilebilecek Hrant Dink cinayeti (Ocak 2007), Trabzon’da Rahip Santoro’nın vahşice öldürülmesi (Şubat 2006) ve Malatya’da Zirve Kitabevinde Hristiyanların katledilmesi (Nisan 2007)… İş bu kadar çığırından çıktıktan sonra, zaman zaman kampanyaya destek vermiş Hürriyet gazetesinde bile konunun gelişimi şu şekilde özetleniyordu:
http://www.hurriyet.com.tr/misyonerlik-suclamasi-6358919
İsmail Saymaz ise o sırada çalıştığı Radikal gazetesinde ‘misyonerlik alarmının’ ironisini şöyle özetlemişti:
http://www.radikal.com.tr/turkiye/isagci-da-solcu-da-misyonerlik-alarmi-veriyor-ibr10-bin-kisi-hiristiyan-old-811935/

Kampanyanın şiddetlenmesinde devlet kurumlarının, özellikle jandarmanın, rolü gözlerden kaçmıyordu. Malatya vahşetine ilişkin olarak kimi jandarma subaylarının tutuklanması, asker ağızlardan çıkan “vur dedik öldürmüşler” sözlerinin somut deliller olarak dava dosyasında yer alması, Samast’ın babası Ahmet Samast’ın “oğlumu jandarma komutanına sorun o bilir dediğini” söyleyen bir emniyet müdürü ifadesi ve benzer bulgular ilk işaretlerdi. Soruşturmaları derinleştirme çabaları olsa da, sonuçta hiçbirisi kamusal alanın derinliklerine uzanan kirli bir dokunun yol açtığı siyasi cinayetleri aydınlatamadı. Bir yanda ‘devleti koruma’ refleksiyle hareket eden memurların tutumu ve bu tutumu mümkün kılan devlet anlayışı, bir yanda yargı mensuplarının özgürlük kavramından uzak tutum ve davranışları hiç değişmedi. Konular sadece güncel siyasetin kutuplaşma, aklama ve suçlama silsilelerinin aracı yapıldı. Güncel siyasetten arınıp bunları ortaya çıkaracak bir hukuki tutum ve irade olmadı. Geriye kalan tek olumlu birikim, Hrant Dink’in cenazesinde toplanıp oyunları tersine çevirme iradesini gösteren yüzbinler oldu.

Bu insani ve demokratik iradenin karşısında ise çok geniş ve kendini ülkenin gerçek sahibi gören, eleştiri ve sorgulamaya izin vermeyen bir ”milli ittifak” vardı. Kimileri ise bu ittifakın tüm unsurlarını görmekten kaçındı. Örneğin, Nokta dergisi eski yayın yönetmeni ve devletin kirli çamaşırlarının ortaya serilmesinde önemli katkılarda bulunmuş gazeteci Alper Görmüş, Taraf gazetesinde 5 Nisan 2011 tarihinde
(http://t24.com.tr/haber/mgkda-misyonerlere-karsi-mucadaleye-hilmi-ozkok-karsi-cikmis,137225)
ve sonra 7 Şubat 2012 tarihli
(http://t24.com.tr/haber/alper-gormus-korkan-turk-gazetecilerin-cesur-manipulasyonlari,196350)
yazılarında “Türkiye’de AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanyanın Müslüman dindarlar tarafından değil, Müslümanlığın da, demokrasinin de hiç önemli olmadığı yeni türde bir milliyetçilik (ulusalcılık) tarafından kışkırtıldığı apaçıktır.” şeklinde yorumlar yazmış ve kampanyanın AKP’nin yıpratılmasını amaçladığını iddia etmişti. Bu yorumda elbette bir doğruluk payı vardı ve AKP hükümetinin o dönem AB sürecini seçmesi devletin despotik-milliyetçi geleneğinde bir çatlak yaratmıştı. Ancak, sadece bu yönünü görmek, AKP’nin ana damarının da aslında milliyetçi, baskıcı ve devletçi olduğu gerçeğini gözden kaçırmalarına yol açtı. Alper Görmüş uzun zamandır yazılarında AKP hükümetinin yanlışlarını gördüğünü belli etmesine rağmen, hükümete şiddetli eleştiri kondurmaktan kaçındı; ancak 2016 başında bir dizi yazıyla siyasetin ”millilik ekseni” üzerinde şekillenmesine isyan etti: http://www.serbestiyet.com/yazarlar/alper-gormus/millilik-siyaseti-ilahiyat-haline-gelirken-669889

Oysa daha 26/02/2012 tarihinde Radikal İki’de Ahmet İnsel şu mükemmel yazısıyla onu uyarmıştı:
http://www.radikal.com.tr/radikal2/misyonerlik-ve-kutsal-ittifak-1080128/
Ahmet İnsel bu yazısında, Türkiye’de misyoner karşıtı teyakkuz ortamının AKP karşıtı bir girişimle sınırlı olmadığını, dolayısıyla toplumda ve devlette köklü ve yaygın bir karşılığı bulunduğunu, çoğunluğun etnik-dinsel milli kimliğine yönelik büyük ve yakın bir tehdit olarak Müslüman olmayanları gösteren bir anlayışın on yıllardır toplumun büyük çoğunluğunu sürekli teyakkuz halinde tuttuğunu örnekleriyle anlatmıştı… Diyanet yayınları, diyanetin bu konudaki cuma hutbeleri… gerek hükümet karşıtı gerek hükümet yanlısı yayınlarda bu konuda ortaklaşan yayınlar… ”başka konularda birbirleriyle kanlı bıçaklı olabilen ulusalcılarla Müslümanlar ya da ‘Ergenekoncularla’ Gülen cemaatine yakın yayın organları, söz konusu dini azınlıklar olunca, bir Türk-İslam refleksi içinde rahatlıkla yan yana geldiler.” Ahmet İnsel bu yazısında (Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde) Devlet Denetleme Kurulu tarafından hazırlanan Dink Suikastı Raporu’na da dikkatleri çekiyordu. Bu raporda, görevi ihmalle başlayan ve yönlendirme, teşvik etme suçlarına kadar giden bir suç yelpazesi ve kamu görevlisi listesi sayılıyor. Bu listede hem ‘Ergenekon’ ağı içinde yer aldığı iddia edilen, hem de cemaat yanlısı olarak görülen isimler yan yana ve işbirliği içinde görülebiliyor. İnsel’in işaret ettiği ”kutsal ittifak” hem ulusalcıları hem de muhtelif İslamcıları kapsıyordu ve AKP iktidarının muhtelif unsurları da bunun açıkça parçasıydı.

Örneğin hükümet yanlısı görünen Yeni Şafak gazetesinde Ali Bayramoğlu belki demokratik duyarlılıkta yazılar yazıyordu, ama yanı başında başka bir köşede Ahmet Taşgetiren “Hristiyan dünyanın Anadolu’nun İslâmlaşması, İstanbul’un Müslüman Türkler’in eline geçmesi ile ilgili ukdesi” olduğunu iddia edip “Türk devlet bilincinde toplumun islâmî kimliğinin korunması duyarlılığının önemsenmesi gereken bir konu” olduğunu yazmış ve MGK’nın misyonerlik konusunu ele almasını haklı çıkarmıştı. http://www.yenisafak.com/arsiv/2001/aralik/08/atasgetiren.html
Aynı Ahmet Taşgetiren bugün Star gazetesinde yeni MGK’nın kararlarının savunusunu yapmaya devam ediyor.

Zirve katliamından iki gün önce, TBMM Adalet Komisyonu’nda AKP hükümetini temsil eden Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürü Niyazi Güney, “Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerinin terör örgütünden daha tehlikeli bir hal aldığını, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki gibi denetimsiz bir şekilde yaygınlaştığını” söylemişti. Aynı dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın misyonerliğin toplumun değerlerini tehdit eden “siyasi amaçları olan planlı bir hareket olduğunu” söylemişti. Diyanet, Çanakkale Zaferi’nin 90. yıldönümünde camilerde misyoner faaliyetlere karşıtı bir hutbe okutmuştu. Ayrıca Diyanet, misyonerliğe karşı ‘takip komisyonu’, ‘bilgi bankası’ ve imamlardan müteşekkil ‘irşat timleri’ kurmaya başlamıştı. 2005 yılında Akdeniz Üniversitesi’nde ‘Türkiye’de Azınlıklar, Patrikhane ve Misyonerlik Faaliyetleri’ konulu açık oturumun konuşmacı listesi, azınlıklar ve misyonerlik söz konusu olunca oluşuveren, ulusalcı-Müslüman yakınlaşmasını, belki ittifakını, her durumda zihniyet ortaklığını gösteriyordu. “Atilla İlhan’ın, Cumhuriyet gazetesinde (27.9.2004) “Hıristiyanlığı Seçmek, Emperyalizmi Seçmektir” başlıklı yazısı, Milli Gazete’de Abdülkadir Özkan’ın “Hıristiyanlaşın Diyorlar” (11.11.2005) başlıklı yazısıyla uyum içindeydi.” (Aİ) Rahşan Ecevit de “AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor” (!) gibi bir çıkışla kampanyanın bir parçası olmuştu.

Gülen cemaati de bu ittifakın dışında değildi. Zaman gazetesi ve Aksiyon dergisi 2004 yılında, daha sonra Ergenekon davasının sanıklarından olacak Sinan Aygün’ün başkanlığındaki Ankara Ticaret Odası’nın o yıl yayımladığı ‘Misyonerlik Raporu’na uzun uzun yer vermişti. Rapora göre “asıl hedef devletin üniter yapısı” idi. İşin ilginci aynı haberlerde, daha sonra Ergenekon soruşturmasına eklenecek olan Türkan Saylan’ın annesinin Hristiyanlıktan dönme olduğu vb. bilgilerle “MİT’in misyonerlik raporundan” da söz ediliyordu. Zaten Zaman gazetesi, ‘medeniyetler diyaloğu’ söylemine ve farklı görüşlere açık bir demokratik platform olma iddiasına yer verdiği 2000’li yıllardan önce “halkı bölmeye ve devleti yıkmaya çalışan misyonerlerle” ilgili defalarca haber yapmıştı. http://www.zirvedavasivegercekler.com/zaman-gazetesi-misyonerleri-adim-adim-takip-etmis/

“İç devlet kurumlarında MGK, İstihbarat Değerlendirme Kurulu, Azınlık Tali Komisyonu gibi oluşumlarda, misyonerlik faaliyetlerinin daha çok “Misyonerlik, Batı emperyalizminin silahıdır” tarzında yaklaşımlar ışığında ele alınıyordu.” (Aİ) Bunun beslediği toplumsal zeminde ise her türlü siyasi hasımın toplumdaki batı karşıtı duygudaşlık üzerinden vurulmaya çalışılması gelenekselleşmişti. Erbakan kendi yandaşlarını ‘batıya karşı alternatif projesiyle’ mobilize ederken, 28 Şubat’ı yapanlar ve destekçileri de Erbakan ve temsil ettiği İslamcılığı ABD’nin Orta Doğu projesinin parçası olmakla suçlayarak kendilerini haklı göstermeye çalışmıştı. Yani her türlü ‘cereyan’ siyasi hasımlarını batı yanlısı olarak suçlayarak prim yapmaya çalışıyordu.

Yukarda sözünü ettiğim Yeni Şafak gazetesinde belki biz Kürşat Bumin’i okumayı tercih ediyorduk (Gezi’yi destekleyen yazıları yüzünden tasfiye edilene kadar kadar) ama o gazetenin yazarı Yusuf Kaplan en başından beri her türlü musibetin kaynağı olarak Batı’yı ve gayrimüslimleri gösteren (ve Ali Bayramoğlu’na “yuh artık” dedirten) nefret ve kin dolu yazılar yazıyordu. İbrahim Karagül’ün İttihatçı Enver Paşa’yla yarışacak emperyal hevesler ifade eden yazılarını ise ya pek ciddiye almıyorduk ya da belki de hafiften gururumuzu bile okşuyordu.

Yani, son yıllar içinde devletin zirvesinde netleşen AKP-Ulusalcı-Milliyetçi ittifakı öyle yeni bir oluşum değildi ve bazılarının söylediği gibi “AKP’nin ilkelerinden vazgeçmesi” ya da “kendine ihanet etmesinin” sonucu değildi. Elbette, 2000’lerin başında toplumdaki demokratik birikim AKP’nin kimi kurucu kadrolarına da yansımıştı, ancak bu demokrat isimler zaman içinde tasfiye edildi; zaten AKP teşkilatları da aslında bu kişilerin etki alanına bariyer oluşturma üzerine kurgulanmıştı. AKP’nin ana damarı ise baskıcı despotik devlet geleneğinin temellerini oluşturan zihniyetlerle doktrine edilmişti. Bu durumda AKP’nin toplumdaki demokratik birikimi sönümlendirmenin bir aracına dönüşmesi kaçınılmazdı. (Belki de başından itibaren bunun için tasarlanmıştı.) SHP birikiminin önünün CHP’yle kesilmesi ise başka bir yazının konusu olabilir…

Gelinen noktada ise, değil Meclis Araştırma Komisyonlarında Susurluk’la ilgili gerçeklerin ortaya çıkarılması, devlet aygıtının karanlık yapı ve suçlarının her türlü denetim ve sorgulamadan kurtulduğu bir düzene doğru, üstelik muhteşem bir kitle tabanı desteğiyle gidiyoruz. Kimilerinin hayatlarının en mutlu günlerini yaşaması anlaşılır değil mi? Bu dönemde gayrimüslimlerin tekrar hedef tahtasına oturtulması da, Garo Paylan’ın meclis kürsüsünden atılması örneğinde olduğu gibi saldırganlıkların artması da ‘devlet aklımızın’ ‘fabrika ayarlarından’ kurtulmanın ne kadar zor olduğunun işaretleri…

Share.

About Author

Comments are closed.