3 Şubat 2017 – Ya Referandumdan Sonra?

0

Gülayşe Koçak
17 yıldır düzenlediğim Yaratıcı Yazma atölyelerinde en zorlandığım mesele, katılımcıların klişelerden, ezberlerden uzak, “kendi” hakikatlerini ortaya koyan metinler üretmelerini sağlamak. Oysa bazı katılımcılar, yaratıcı yazmayı kompozisyon dersiyle karıştırıyorlar: Bütün dertleri “otorite”yi, yani beni memnun edeceğini sandıkları metinler üretmek. Yazıları, fikirleri zaman zaman ne kadar sığ! Ne çok baskılarla, tabularla yetişmişler! Bir katılımcı, yazısının ortasında beni yanına çağırarak alçak sesle, “hocam, ‘bokböceği’ yazmamda sakınca var mı?” diye sormuştu. Atölyelerin samimi ortamında bile dilediğini yazabilme hakkını içselleştirmeleri, ne kadar zor!

“Otoriteyi küstürme” korkularını kırmak için, hiyerarşiyi tamamen ortadan kaldırdım: Ben de onlarla yazıyorum; ilk haftalarda bilhassa içinde “sümük”, “lâzımlık” gibi kelimeler geçen saçma sapan yazı konuları buluyorum ki, zihinlerindeki kalıplaşmalar, ‘ayıp’lar dağılıp, silkelenip, yepyeni tohumlar üretmenin yolları açılabilsin, isteseler bile klişelere başvuramasınlar; şöyle doya doya, eğlenerek, saçmalayarak yazabilelim. Sonuçta, zihinsel zincirlerin kırılabilmesi ihtimalini görmek bile, kalıplara eleştirel bakmayı sağlıyor.

Yetişkin katılımcıların saçmalamasını sağlamak, bu çalışmada “hata” riski olmadığını içselleştirmelerini sağlamak biraz daha zor olabiliyor – ama çocuklarının da durumu daha parlak değil: Onlar da 12 Eylül darbesini yaşamış olan kuşağın evlatları: Yaratıcı düşünemeyen, hayal kuramayan, fikirlerini dile getirmekten korkan… Peki ama 12 Eylül’den öncesi farklı mıydı? Sanki ifade özgürlüğü var mıydı? Bir arkadaşımın oğlu lise tarih dersinde “Atatürk bir diktatördü” dediği için sınıf arkadaşlarından okul sonrasında dayak yemiş, ardından arkadaşım okula çağrılmıştı; çocuk neredeyse okuldan atılıyordu.

Geçmişteki bütün vesayet sistemleri ve bunların doğal sonucu olan ezberci eğitim, ne çok hasar yaratmış! Kişinin kendini ifade etme cesaretinin kırılması öfkeyle sonuçlanmakla kalmıyor; zaman içinde, öğrenilmiş çaresizliğe dönüşüyor. Tek bir ‘tabu kelime’nin varlığı bile düşünce ufkumuzu daraltır, bir anlamda zihnimizi sakatlar. Bütün düşünme sistematiğimiz, o kelimeden kaçınmaya programlanır. Sonuçta bir bakarız ki bütün bir toplum, dönüp dolaşıp hep aynı şeyleri, ezberlenmiş kalıpları konuşmaya başlamış.

Eğitim hayatı boyunca her öğrenci, hata yapmanın, risk almanın, farklı düşünmenin vahim sonuçlarına tanık olduğu yüzlerce deneyim yaşar. Çocuklarımıza itaat etmeyi öğretir, ama “hayır” demeyi öğretmeyiz, çünkü “hayır” demek risklidir. “Sus”larla, korkularla büyüterek sistemle uyumlu, sıradan, uysal, yaratıcılıktan uzak insanlar yetiştiririz – iğdiş ederiz evlatlarımızı.

Böyle bir kuşaktan, icat yapması, inovasyon veya yaratıcılık nasıl beklenebilir ki? Nitekim “Başımıza icat çıkarma!” şeklindeki bir azarlama, başka herhangi bir dilde var mıdır?

Bunların referandumla ne mi ilgisi var?

Yasama, Yürütme ve Yargı kuvvetlerinin birleştiği bir sistemde, şimdi olduğundan da pısırık, bağımsız düşünemeyen, hiçbir yaratıcılığı olmayan kuşaklara gebe demektir Türkiye. Zira bütün iktidarın tek elde birleşmesi korku yaratır; korku da sindirici, susturucudur. Bütün gücü kendi kişiliğinde birleştiren kişi, isterse melek olsun, onu küstürmekten korkulur, çünkü her an koyabileceği bir kanun, kişinin hayatını mahvedebilir… ve bu korkuyu her vatandaş, her an, bütün gözeneklerinde hissedecektir.

Böyle bir gelecekte, Yaratıcı Yazma/Düşünme eğitmenleri, ne tür öğrencilerle karşılaşacak; gelecek kuşaklar kendilerini nasıl bir rejimin hüküm sürdüğü bir ülkede bulacak? Çünkü bir ülkenin içinde yaşadığı rejim, yeni yetişen kuşakların kişiliğine damgasını vurur. Yönetme sisteminizi nasıl yapılandırırsanız, bütün alt mekanizmaları –en başta eğitim sistemi- ona göre şekillenecektir. Nasıl yönetildiğimiz, düşüncelerimize, bilinçaltımıza, söylemimize, genlerimize sızar.

İfade özgürlüğü olmayan bir ülkede medya ayakta kalabilmek için mecburen otosansür uygular. Sosyal medya paylaşımlarınızda ayağınızı denk almak zorundasınızdır, aksi halde bir talimatla o sayfa kapatılabilir. Sessizlik… Kendini suskunluğa gömmek… “Ben,” “biz” derken tereddütler… Yetişkinlerin “Bu işi nereden başımıza sardık?” diye hissedeceği suçluluk… Çoksesli bir düzeni hiç tanımayacak olan şimdiki bebelerin, tam olarak ne olduğunu kavrayamaması, evde siyasetin pek konuşulmamasına anlam verememesi, çocukluğunda bir şeyleri eksik yaşadığına dair muğlak bir sezinleme…

Çoksesliliğin, sorgulayıcı, eleştirel bakışın, yaratıcılığın “makbul” sayıldığı bir hava mı soluyacak bebelerimiz, yoksa ancak susup itaat ettikleri sürece “makbul” vatandaş sayılacaklarını mı özümseyecekler? Tercihimiz ne yönde? Sanırım, budur cevaplanması gereken soru.

 

Share.

About Author

Comments are closed.