Ümit Aktaş
Nasıl ki 15 Temmuz darbe girişimiyle sonuçlanan süreci, kırk yıldır sürdürülen ve Ak Parti döneminde taçlandırılan Fethullahçıların devletçe korunma politikasından ayrı değerlendiremez ve anlayamazsak, aynı şekilde sürdürülmekte olan Suriye ve Kürt politikalarını da, almaşık olarak iç içe giren ve birbirini etkileyerek dönüştüren bir ilişkiyi göz önünde tutmaksızın anlayamayız. Dolayısıyla da içerisinde bulunduğumuz ve Türkiye’nin siyasal manevra alanının giderek daraldığı durum, yanlış siyasal tercihlerin veya girişimlerin doğal bir sonucudur. Bu nedenle, hatalı siyasal tercihlerin, ilişkilerin veya girişimlerin sonucunda ortaya çıkan olumsuz durumların yargılamasının da siyasal arenada yapılması en doğru tutum olacaktır. Mahkemelerin yasalarda tanımlanmış suçların kapsamı dışına çıkarak siyasal hesaplaşmalara araçsallaştırılmasının öncelikle yargı ve adalet sistemini işlemez hale getirdiğinin en son örneği, yakınlarda sonuçlandırılan Ergenekon davası. Üstelik bu tip maksadını aşan davalar yüzünden mahkemelerin yükleri gereksiz bir biçimde artırılmakta ve bu yüzden yargı mekanizmaları çalışamamakta ve adaletsizlikler giderek daha da artmakta. Öyle ki bizzat FETÖ yargılamaları bahanesiyle binlerce insan (muhalif veya değil) mağdur edilmiş bulunmakta ve maalesef bunların haklarını arayacakları herhangi bir muhatap veya sorumlu merci de bulunmamaktadır.
Nitekim Ak Parti ileri gelenleri de, başka bağlamlarda bu hakikati dillendirip dururlar. Kendilerine yöneltilen aşkın suçlamalar karşısında, sandığa gidelim, sonucu sandık belirlesin veya yargılama sandıkta yapılsın demekteler. Elbette ki sandık adaletin ölçütü değildir. İnsanların çoğunluğunun her zaman doğruyu tercih edemeyeceği birçok ayette de vurgulanan ve bizi bu tip yargılardan sakındıran bir gerçek. İnsanlar sonuçta bizzat duçar olacakları bir yanlışı seçme özgürlüğüne de sahiptirler. Ama mesele adaletin tecellisi mevzuuna gelince, adaleti ve hakkaniyeti arama ve elde etme araçlarımız ve yöntemlerimiz elbette ki daha farklı ve titiz olmalıdır.
Kuşkusuz ki doğrudan suça, cinayete, komploya, başkalarını mağdur etmeye dayanan cürümlerin hesabı kimden olursa olsun sorulmalıdır. Ama bu alanın daha da genişletilmesi, mesela bu sürece katılan (Fethullahçılara sempati duyan veya onlarla farklı düzeylerde işbirliği içerisinde olan) herkesi yargılamak gibi bir amaç güdülmediği sürece (çok şükür ki böylesine abes bir tutum izlenmemektedir; kaldı ki zaten izlenemez çünkü bu konudaki en büyük mesuliyet doğrudan iktidar çevrelerinindir), aksi bir durum, yani bu yapılanmanın örgütsel niteliğinin farkında olmadan bu yapıyla temas etmiş (okullarında veya dershanelerinde okumuş, bankalarında hesap açtırmış, işyerlerinde çalışmış) veya bu yapıya samimiyetlerine inanarak (aldanarak) bir şekilde hizmet etmiş herkesi yargılama süreçlerinin içerisine sokmak, adaletsizliği daha en başından kabullenmek olur. Çünkü Fethullahçıları darbe yapmayı göze alacak kadar palazlandıran ve cesaretlendiren, üstelik bu yapıyı diğer İslamî camialar nezdinde de kabullendiren (akredite eden), doğrudan (öncekilerle birlikte) Ak Partinin de dahil olduğu iktidarların bu örgüte sağladığı güven ve imtiyazlardır. Sağlanan bu güven ve destek iklimi nedeniyle, temelde bu yapıyla ilgisi olmayan birçok kişi bile bu yapının çekim alanı içerisine girmiştir. Elbette ki bu bir mazeret değildir. Çünkü daha en başından itibaren (17/25 Aralık değil, ta 1980’lerden itibaren) bu yapının CIA ile stratejik işbirliği yaptığı ayan beyan ortadaydı. Bu yapıya sağlanan her imtiyaz ise birinin yerinden edilmesi, ekmeğinin elinden alınması veya bir kamu mülkünün ve hatta kurumunun haksızca bu örgüte tahsisi veya kazandırılmasıyla mümkün olmuştur. Ama sonuçta her ne olursa olsun, bu hesaplaşma temelde siyasi bir hesaplaşma olduğuna göre, siyasi açıdan değil, hukuk açısından suçlu addedilenler (olanlar) yargı önüne çıkarılmalı, bu kez de vakti zamanında sadece bu örgüte uygulanan pozitif ayrıcalık (masuniyet) sadece Ak Partili veya MHP’lilere değil, her kesime uygulanmalıdır.
Aslına bakarsanız, Fethullahçıların giderek iktidar ortağı haline getirildiği süreç, Ak Parti politikalarını da rayından çıkaran bir süreçtir. Çünkü Fethullahçılar meselelere doğrudan kendi çıkarları ve stratejik müttefikleri olan ABD’nin çıkarları açısından bakmaktaydılar ve dolayısıyla da ülke politikalarını da bu yönde etkilemekteydiler. Sözgelimi Kürt meselesinde ya da İsrail veya İran meselelerinde olduğu gibi. Öyle ki birbirine sarmallanan Suriye ve Kürt (ve hatta IŞİD) meselesi, FETÖ ile Ak Partinin ilişkilerinin kötüye gitme sürecine paralel olarak, o zamana değin belli bir itidal üzerinde giden politikaları çığırından çıkaracaktır. Ak Parti politikalarını raydan çıkararak çöküşe götüren diğer etken ise, özellikle 2010 sonrasındaki, o güne değin tam olarak gerçekleştiremediği muktedir olma arzusu veya hissiyatı yüzünden, o güne değin ihtiyatla yaklaştığı çevresindeki uluslararası meselelere doğrudan dahil olma (aktörleşme) hevesidir. Bu durum da (yani iktidar alanlarının bölüşülmesi ve stratejilerin belirlenme inisiyatifindeki gerilimler), o güne değin bu konularda etkin bir konumda olan Fethullahçılarla kapışmaya yol açacaktır. Öyle ki 2010 öncesinde Ak Parti, Suriye ile ilgili olarak ABD’nin ve İsrail’in tüm kışkırtmalarına karşı direndiği halde, ne yazık ki bu politik aldanış (etrafındaki dünyaya hükümran olma hevesi, barışçı bir itidalden uzaklaşma hatası) onu, Suriye’de birlikte askeri operasyona katılma tekliflerine karşı daha önce ısrarla mesafeli durduğu ABD’ye bunun için yalvarma noktasına getirmiştir.
Bu ise öncelikle Suriye meselesinin nasıl bir giriftliğe sahip olduğunun anlaşılmamasından kaynaklanmıştır. Kaldı ki Türkiye’ye düşen bu sorunun her ne olursa olsun barışçı bir biçimde çözmlenmesine katkıda bulunmaktı. Birinci adım yanlış atılmakla kalınmadı. Hatalar silsilesi, Ankara kapılarını aşındıran Salih Müslim’in de reddiyle devam ettirildi. Buna da yol açan, güneyde bir Kürt koridoru ile kuşatılma endişesi oldu. Daha doğrusu Türk ulusalcılığının kronik Kürt devleti endişesi, bu kez de Suriye Kürtlerinin federasyona dönüşmesi korkusu karşısında depreşti. Öyle ki Haziran 2014’te ellerini kollarını sallayarak Musul’u alan ve Kerkük’e yönelen ama yolun ortasında her ne olduysa birdenbire hedeflerini değiştirerek Kobani’ye yönelen IŞİD’in Kobani’yi alma ihtimali bile neredeyse sevinçle karşılanacaktı. Ama olmadı. Olmadığı gibi etkileri Türkiye Kürdistan’ında da hissedildi ve giderek de çözüm sürecinin sona erdirilmesinin temel sebebi haline geldi. Çünkü Türk ulusalcıları öyle bir tablo resmediyorlardı ki, Akdeniz’den İran’a kadar yayılan bir Kürdistan’ın kurulma ihtimali, Türkiye ulusalcılığının bilinçaltı bölünme korkularını depreştirmekteydi ve bu nedenle politikalar yeniden Kemalist fabrika ayarlarına döndürülecekti. Kısacası Şubat 2015’teki Dolmabahçe mutabakatı, gerçekte bir ölü doğumdu ya da sonun başlangıcı.
Sonuç olarak Suriye krizi, öncelikle belki de Türkiye tarihinin en önemli politik girişimi olan çözüm sürecinin sona ermesine yol açmıştır. Bu ise sadece Türkiye iç barışını değil, bölgedeki tüm barışçı politikaları ve bölgedeki genel işbirliği havasını dağıtarak neredeyse imkânsız bir hale getirmiştir. Oysa 2010 öncesinde, bölgedeki ülkeler arasındaki sınırların kaldırılması ve bir bölgesel işbirliğine gidilmesi tartışılmaktaydı. Ve yine de, ikinci aşamada, yani PYD’nin kurulduğu aşamada bile, geniş çerçeveli bir konfederal yapı üzerinde düşünülebilirdi. Ama bir türlü aşılmayan ulusalcı zihniyet, yeniden dışa kapanmacı ve Kürtleri bastırmayı hedefleyen politikaya, yani güvenlikçi askerî stratejiye dönüş yaptı. Üstelik tam da ordunun darbeciler tarafından neredeyse tamamıyla ele geçirildiği bir aşamada.
Obama döneminde, ABD, Suriye içerisinde bir askerî operasyona girişmek için savaşçı askerlerini sahaya sürecek bir partner ararken ve bunu Türkiye’ye teklif ederken, Türkiye haklı olarak hep geriye durmuştu ve bu teklifi geri çevirmişti. Bunun üzerine ABD, zaten öteden beri ilişki içerisinde olduğu PKK kanalıyla PYD’yi devreye sokarak ve güçlendirerek, karasal partner (stratejik müttefik, daha doğrusu tıpkı IŞİD gibi ABD’nin bölgesel oyunları için bir araç) haline getirdi. Ama ne zaman ki Türkiye PYD’yi de karşısına aldı ve hatta onunla çatışmaya girerek, sözümona Kürt koridorunu bozmak için Suriye içerisine asker soktu, bölgedeki bu stratejik işbirliği de görünürlüğe çıktı. Görünürlüğe çıktı diyorum çünkü bu işbirliğini oluşturan, dolaylı bir biçimde IŞİD’in Kobani’ye yönelen, görünürdeki anlamsızca dönüşüydü. Oysa IŞİD’in bölgedeki ABD stratejilerinin bir uzantısı ve aracı olduğu çok da bilinmeyen bir şey değil.
Dolayısıyla Türkiye Suriye politikalarının etkisine bağlı olarak çözüm süreci gibi önemli bir girişiminden vazgeçmek zorunda kalırken (her şeye rağmen vaz da geçmeyebilirdi), en son Katar krizinin de belirginleştirdiği gibi, bölgede büsbütün yalnızlaştı. Hatta bölgede Katar dışında dayanışma içerisine girebileceği neredeyse bir devlet de kalmadı. Öte yandan ise, Katar’la birlikte İhvan-ı Müslimin ve Hamas’ın da gücü kırılmaya ve etkisizleştirilmeye çalışılmakta. Bu politikalarda da ana etken, ABD’den çok, kendilerini ABD politikalarına araçlaştırarak bölgeyi dizayn etmeye çalışan Suud İsrail işbirliğidir. Esasında IŞİD’i üreten de aynı işbirliğidir.
ABD ise, izlediği politika ile, kendi inisiyatifinin dışında sürdürülmek istenilen çözüm sürecini berhava ettiği gibi, bölgede PYD gibi sadık bir partnere de kavuştu. Yani Türkiye’nin olanca serzenişlerine rağmen, artık ona ihtiyacının kalmadığını açık seçik bir biçimde ortaya koydu. Buna rağmen ise Türkiye, sözgelimi Almanları çıkardığı İncirlik’ten ABD’yi çıkarmayı bir türlü göze alamadı. Üstelik ABD’nin Fethullahçı darbenin destekçilerinden olduğuna dair kuvvetli belirtilere rağmen. Çünkü ABD, uzun yılardır stratejik işbirliği yürüttüğü Fethullah Hoca’yı ve çevresindekileri koruyarak, Türkiye içerisinde uzun vadeli potansiyel bir tehdidi de sürdürmeye niyetli olduğunu ortaya koymakta. Hatta bu açıdan 15 Temmuz darbe girişimi temelde bir sıkıştırma ve tehdit girişimiydi ve salt bu açıdan başarılı olmuş bile sayılabilir.
Buna karşı ise Türkiye, bu sorunları salt terör sorununa indirgeyerek askerileştirmekte, askeri bakış açısı başka bir bağlamda da olsa yeniden üretilmekte ve güçlendirilmektedir. Savaş konsepti barışa ve akilane çözümlere dair tüm ihtimalleri tüketirken, adaletten uzak bir baskıcılığın, ülkeyi, çözüm sürecinden vazgeçilirken temel gerekçe olarak varsayılan bölünme korkusundan daha fazla bölünmeye yakınlaştırabileceği ihtimali üzerinde ise hiç durulmamaktadır. Oysa temel sorun bu -bölünme- bile değildir. Bir toplum açısından asıl tehlike, adalet, merhamet, barış, hak gibi asli insanlık değerlerinden uzaklaşılmasıdır. Bu uzaklaşmanın maliyeti ise, farklı biçimlerde telafi edilebilecek olan bir bölünmenin ötesinde, insanlığından bile çıkmaktır.