5 Aralık 2015 – Kapitalizm, Kalkınma ve Sosyal Adelet Toplantısı – Ümit Aktaş sunumu

0

Fernand Braudel’e göre, kapitalizmin ortaya çıktığı yer Akdeniz havzasıdır. İtalya şehir devletlerinde ortaya çıkan ticari kapitalizm, 13. yüzyıllarda İslam dünyasındaki ticari gelişmelerden tevarüs edilmiştir. İslam dünyasından tevarüs edilen, o günün koşullarında küreselleştirilmiş olan, özellikle de güney yoluyla batıyı ve doğuyu birbirine bağlayan ticarettir. Öyle ki, İslam’ın özellikle doğu Asya’daki yayılışı bile, büyük ölçüde tüccarlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Ticari terimlerin bile birçoğu, doğrudan Müslüman tüccarlardan alınmıştır. “Batı kapitalizminde ithal kökenli ne varsa, mahreci İslâm’dır. Kambiyo senedi (süftece), commenda adıyla bilinen sermaye ortaklığı (mudaraba), önden satış (murabaha); pirinç, ipek, şeker kamışı, kâğıt, pamuk, Arap rakamları, abaküs, İslâm vasıtasıyla keşfedilen Yunan bilimi, barut, pusula…” (F. Braudel, Medeniyet ve Kapitalizm, İz Y. ) Ama Müslüman dünya, kısmî uygulamaları olsa da, kuramsal olarak hiçbir zaman kapitalizmin temel aracı olan faizi meşru bir uygulama olarak görmedi. Bu ise kapitalizmle onun arasındaki temel engeldi. Çünkü kapitalizm temel olarak sermayenin yoğunlaşması ve muharrik bir güç kazanmasıdır. Faiz ise bu yoğunlaşmanın en temel amilidir. Buna rağmen İslam dünyası kapitalistleşmedi mi, yoksa kapitalistleşemedi mi, bu en azından tartışmalı bir konudur.

Piyasa ekonomisi ile kapitalizmi ayıran Braudel, mübadelenin doğrudan yürütüldüğü pazarlardan oluşan piyasa ekonomisi ile kapitalizmin, Ortaçağdan beri iktisadi hayat içerisinde birlikte bulunsalar da, kapitalizmin tekeller yoluyla giderek piyasaya egemen olmaya başladığını söylemekte.  “İşte size resmimiz o halde: iktisadî hayat düzenli, alışılagelen usullere uygun; kapitalizm ise nevzuhur, görülmedik bir olgudur. İktisadî hayat kişinin olacakları önceden bildiği bir alandır, kapitalizm ise spekülatiftir. İktisadî hayat saydamdır, kapitalizm gölgeli yahut opak (kesif). İktisadî hayat küçük kârlar ihtiva eder, kapitalizm istisnai kârlar. İktisadî hayat özgürleşmedir, kapitalizm cangıl. İktisadî hayat hakiki arz ve talebin otomatik fiyatlanmasıdır, kapitalizmde ise fiyatlar güç ve kurnazlık (hilekârlık) tarafından empoze edilir. İktisadî hayat denetimli rekabeti içerir, kapitalizm hem denetimi hem de rekabeti ortadan kaldırmayı. İktisadî hayat sıradan insanların alanıdır; kapitalizmin teminatı hegemonik güçtür ve kapitalizm o güçte mücessemdir.” (Braudel, age)

Öte yandan Braudel, özellikle kapitalist propagandistler tarafından yaygınlaştırılmaya çalışılan temel iki efsaneye de itiraz eder: “Çoğu liberaller ve çoğu Marksistler kapitalizmin her şeyden önce serbest, rekabetçi bir piyasanın tesisini gerektirdiğini (ihtiva ettiğini) ileri sürdüler. Braudel aksine kapitalizmi anti-piyasa (contra-marche) sistemi olarak görüyordu. İkinci olarak, liberaller ve çoğu Marksistler kapitalistlerin iktisadî uzmanlaşmanın büyük uygulayıcıları olduklarını ileri sürüyorlardı. Braudel ise aksine başarılı kapitalistlerin esas vasıflarının uzmanlaşmayı reddetmeleri olduğuna inanıyordu.” (Wallerstein’ın Braudel değerlendirmesinden, age) Çünkü tıpkı politikacıların entelektüellerden fazla hoşlanmamaları gibi, tacir de uzmanlardan fazla hoşlanmaz. Onu kâr hırsları önünde bir engel ve hatta kendisine bir rakip olarak görür. Daha ziyade tekelleşmeye çalışır ve bunun için de özellikle iktidarlarla birlikte iş tutar.

Karl Polanyi açısından ise kapitalizm, daha önceleri mülkleştirilmeyen üç temel iktisadi unsuru mülkleştirmiştir: para, emek, toprak. Oysa toprak insanlığın, daha doğrusu tüm canlıların ortak ve mülkleştirilemeyecek ortak yaşama alanıdır. Emek ise sadece iktisadi üretkenliğe koşulamayacak ve bununla sınırlandırılamayacak olan tüm insani faaliyetlerdir. Para ise bir mübadele aracıdır. Polanyi’nin temel vurgusu, bu üç ana faktör üzerinden özel mülkiyete yöneliktir. Bu üç temel iktisadi işlevin özel mülkiyete çevrilmesi, iktidarla da işbirliği yapıldığında, toplumun geneli aleyhinde ciddi bir iktisadi sömürü avantajına yol açacaktır. Bu meyanda özel mülkiyetin alanı tartışılsa da, mesela sosyalistlere göre üretim araçları, İslam’a göre su kaynakları, otlaklar, ormanlar, enerji kaynakları ve bazı madenler gibi kamunun temel ihtiyaçları özelleştirilemez/mülkleştirilemez. Kapitalizm ise bu konuda, doğal olarak sınırsız bir serbestliği savunur: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”.

Polanyi’ye göre, “temel insanî dürtülerin hiçbiri ekonomik değildir”. (Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, İletişim Y. s. 18) Çünkü ekonomi toplumsal bütünlüğün bir eki, bir faaliyetidir. Polanyi, piyasa ile piyasa sistemini ayırt ederek, kapitalist piyasayı, piyasa sistemi olarak tanımlar. Piyasa (sistemi) ekonomik faaliyetin tamamının toplumun denetiminden kurtulup kendine özgü kurallarla işletilmesidir.  Piyasanın bu şekilde toplumsallığın dışında özerk bir alan hâline getirilmesi; parayı, toprağı ve emeği giderek ticarileştirerek, mübadele edilebilir her şeyi, mesela sanatı ve bilgiyi de birer metaya dönüştürecektir. Polanyi’nin kapitalizme karşı önerisi ise toplumsal karşılıklılık (hediye, karşılıksız yardım), toplumsal zenginliğin yeniden dağıtımı (zekât, infak, sosyal yardımlar) ve değişim (alışveriş)’dir; yani toplumun iktisada değil, iktisadın topluma tâbi olması. (Parantez içleri bana ait. ÜA)

 

Werner Sombart ise kapitalizmin, yurtsuzlukları nedeniyle tüm dünyada dolaşan, kendi dolaşımlarını paranın dolaşımı ile özdeşleştiren, böylece küresel bir ticari ağ kuran Yahudilerin eseri olduğunu söyler. Özellikle de tefeci kapitalizm, yani bankerlik ve giderek bankacılık. Bu yüzden Orta Çağ toplumunda, gerek Müslümanlar, gerekse Hıristiyanlar tarafından kerih bir şey olarak görülen bankacılık ve tefecilik işi, Yahudilere havale edilmişti. Çünkü Yahudiliğe göre, Yahudiler kendi dindaşlarından faiz alamazlardı ama yabancılardan alabilirlerdi. Öte yandan yurtsuzlukları nedeniyle, toprak ve mülk yerine, yani taşınmazlar yerine taşınırlara, yani paraya yatırım yapmaktaydılar. Para ise sadece bir dolaşım ve değişim nesnesi değil, faiz nedeniyle, bir üretim nesnesidir de. Yani faiz yoluyla çoğalma özelliğine sahiptir. Her ne kadar Proudhon da sözünü etmişse de, kavramsal olarak kapitalizmden ilk kez söz eden de, Modern Kapitalizm (1902) kitabıyla, Sombart’tır. Ve, bu biçimiyle kavram, Marx tarafından bile kullanılmamıştır. (“1846’dan itibaren kapitalist kelimesini kullanmasına rağmen, kapitalizmi kullanmamıştır.” Braudel, Uygarlıkların Grameri, İmge Y. s. 589.) Sombart’a göre kapitalizmin başlangıcı Rönesans İtalya’sına dayanır. Braudel’in de katıldığı bu tespite göre kapitalizm, ya da modern kapitalizm, 1250’li yılların İtalya’sına (Rönesans) dayandırılabilir. Oysa (bana göre), faizin uygulandığı zamandan beri, adı konulmamış bir kapitalizmden söz etmek mümkündür.

Max Weber’e göre ise kapitalizm, Katolik güneye karşı, Protestan kuzeyin geliştirdiği bir modeldir. Dolayısıyla onun başlangıç tarihi, 16. yüzyıla (Reformasyona) dayanır. Dünya dışı çileciliğin, yani ruhbanlığın, dünya içi çileciliğe, yani çalışmaya ve kazanmaya yöneltilmesine dayanan bir zihniyet ve yaşama tarzı değişikliği, sonuçta endüstriyel bir kapitalizme, yani üretime dayanan bir kazanmaya yol açmıştır. Luther’in 1517’de yayınladığı meşhur 95 tezinden biri “ora et labora”, yani “ibadet et ve çalış” idi. Faizin yasak olduğu Katolikliğe karşı (gerçi daha sonra Katoliklik de bu tutumunu değiştirmiştir), Protestanlık, faizi de haram olmaktan çıkarmış, belki de bu açıdan (başka açılardan da olduğu gibi) Eski Ahid’e bir dönüş yapmıştır. (Calvin’in ribayı mubahlaştırdığı tarih: 1545) Elbette aşırı bir yorumla; yani kardeşinden de faiz almak yoluyla. Bu süreç tersi bir biçimde de okunabilir. Yani “kapitalizmi üreten Protestanlık değil de, Protestanlığı üreten kapitalizmdir” biçimiyle. Ya da bir orta yol bulunarak, karşılıklı bir gelişmeden de söz edilebilir. Ona göre, sonuçları itibariyle rasyonel ama kökenleri bakımından irrasyonel olan kapitalizm, modern hayat ile Püriten ahlâk arasındaki bu beklenmeyen karşılaşmanın meyvesidir.

Görüleceği üzere üç önemli toplumbilimci tarafından yapılan analizlerin hepsinde de, köken tektanrılı ya da İbrahimî geleneğin de yer aldığı bir havzaya dayanmakta. Bunda, doğrudan olmasa da, dolaylı bir biçimde bu dinlerin bir etkisi olduğundan söz edilebilir. Yahut bu dinlerin de ortaya çıktığı bir gelişme havzasından söz etmek de mümkündür. Dinsel etki: İnsanın sorumlu ve etkin kılınması, kendisini ve dünyayı değiştirmesi için aktifleştirilmesi, amaçlı bir hayat için disipline edilmesi, bir geleceğe ve yaratıcı bir Tanrı’ya yöneltilmesi gibi etkenlere dayandırılabilir. Çünkü dinî anlayış, insanı da yaratıcı ve üretken olmaya, (dünyevî ya da uhrevî) geleceği kazanmak için çaba (cehd, say, kazanma)’ya teşvik etmektedir. Ancak buradan doğrudan faiz yoluyla bir kazanım, ya da hayatın salt “dünyevî” kazanıma hasredildiği bir anlayış çıkmaz. Bu anlayışı ortaya çıkaran dolaylı ve dinin asli anlamından uzaklaşan ikincil yorumlardır. İnsanın hayat içerisinde etkin ve sorumlu kılındığı bir başlangıç, onu üretken de kılar. Ama bu üretim, paylaşım ve gözetim içindir. Beri yandan bu, insana, temel olan sorumluluğu (emanetin üstlenilmesi ve arzın halifeliği) nedeniyle, toplumsal ve çevresel bir sorumluluğu yükler. Birbirini gözeten bir toplumsallık ve yaşanabilir bir çevre. Birbirine zulmetmeyen bir siyaset ve birbirini sömürmeyen bir iktisat. İnsanların asli ihtiyaçları ekseninde sürdürülen bir üretim ve tüketim. Dolayısıyla bunların mümkün olduğu şehirler.

Oysa kapitalizmde her şey tersine döner. Tüketimi ve üretimi belirleyen ihtiyaçlar olmaktan çıkarak, ihtiyacı veya üretimi belirleyen kazanç/sermaye olur. Paranın ya da sermayenin bu belirleyici niteliği, üretimi ve tüketimi de kendi isterlerine göre yönlendirir. İnsanlar ise bu süreçlerin aktörü olmaktan çıkarak, doğrudan bu süreçler tarafından yönlendirilen, yönetilen ve hatta üretilen nesnelere dönüşür. Proleterleşirler. Yani içlerinde yer aldıkları üretimsel ve tüketimsel sürecin bilincinde olmayan, yapan ama ne yaptığını bilmeyen, içlerinde oldukları süreçlere yabancılaşan, üretimsel ve tüketimsel nesnelere/robotlara dönüşürler.

Piyasalara sermayenin mantığının egemen olması ve bu egemenliğin alanını devletlere kadar genişletmesi, toplumsalın geniş bir kesiminin madunlaştığı ve sömürüldüğü bir süreci yaratacaktır. Bu ise yardımlaşma ve dayanışma yerine, sömürme ve ezme mantığını ikame edecektir. Buna karşı tepkiler ise, Marxist analizlerin merceğinde büyüttüğü proletarya kadar, onun öncesinde köylüler (köylü isyanları) ve sonrasında emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren ulusal ve dinsel hareketlerden (Latin Amerika’da “özgürlük teolojisi, İslam dünyasında İslamcı hareketler…) gelmiştir. (Farklı aşamalar ya da coğrafyalarda bu fazlar yer değiştiriyor olabilir.)

Marx ise kapitalizmi öncelikle sermayenin yoğunlaşması ve bağımsızlaşmasına; bununla birlikte üretici güçlerin ve ilişkilerin değişimine, yani endüstriyel üretime geçişe dayandırır. “Paranın sermayeye çevrilebilmesi için, demek ki, para sahibinin özgür emekçi ile karşı karşıya gelmesi gerekir; bu, emekçinin iki anlamda özgür olması demektir: hem işgücünü kendi özgür metası gibi satabilecek durumda özgür bir insan olması gerekir, hem de satmak için elinde başka bir meta olmaması, emek gücünü gerçekleştirmek için gerekli her şeyden yoksun bulunması gerekir.” (Marx’tan alıntı, Marx’ı anlamak, D. Collin, Versus Y. s. 147) Ona göre bu sürecin başlangıcı, 1558-1603 yılları arasında İngiltere’ye hükmeden,  William Shakespeare’in de yaşadığı, Elisabeth’ten itibaren başlayan dönemdir. Bu, bir yandan köylülerin topraklarından edildiği, İngiltere’nin Protestanlaştığı, bankacılığın finansal bir sistem olarak geliştiği, öte yandan ise sömürgeciliğin başladığı (mesela Hindistan’ın işgal edildiği) bir dönemdir. Bu süreçten itibaren proleterleşen köylüler, özellikle sanayi devrimiyle birlikte (dokuma tezgâhları, buharlı makine, lokomotif vb) giderek işçi sınıfını oluşturacaklar; ya da yükselen egemen sınıf olan burjuvazi karşısında proletarya, ezilen sınıfların temsilcisi haline gelecektir. Toplumsal ilişkilerdeki değişimi üretici güçlerin ve ilişkilerin değişimine bağlayan Marx’a göre bu sürecin evrimi sonucunda kapitalizm yıkılarak yerini, proletarya diktatörlüğünün geçiş evresinden sonra, sınıfsız bir topluma bırakacaktır.

Horkheimer ve Adorno ise, “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde, kapitalizmin soykütüğünü daha da derinleştirir. Aydınlanmayı eski Yunan’a teyelleyerek, Odysseus’da tipik bir burjuva, yani kapitalist bir prototip keşfederler. Robinson gibi bir ilktir o da ve acımasız doğa-toplum karşısında yapayalnızdır. Ama yalnız olduğunda bile bir işletmecinin kurnazlığıyla davranır. Doğaya ya da topluma tahakküm etmek için hilekârlıktan da kaçınmaz. Sonuçta bir şehrin (burjuvazinin) ürünüdürler ama her şeye yeniden başlamasını bilen, akıllı girişimciler olarak. Bu ister Yunan, isterse İngiliz kolonizatörler olsun, amaç en yüksek faydayı elde ederek geriye dönmektir. Belki bunun bir öncesi Fenike’dir, sonrası ise İtalyan şehirleri. Ama tipik emperyal kolonizatörlük, Yunan ruhunun bir eseridir. Oradan günümüz kapitalizmine, Hollanda’ya bir adım kalır. Yani şehirden ülkeye. Ya da ticaretten endüstriye. Sömürü ise bakidir. Günümüz kapitalizmi için eksik olan ise, sadece teknolojidir. O açıdan ise aklın sabrını, yani bilimin teknolojiye evrileceği o mesafeden geçmeyi beklemeleri gerekmektedir. Ya sonrası?..

Sosyal adaletsizliklerin kapitalizm döneminde arttığı, acımasızlaştığı ve hatta sistemleştiği açık bir gerçekse de, bu durumun kapitalizmle birlikte başlamadığı da bir gerçekliktir. Nitekim Ali Şeriati, temel çatışma ve başlangıç noktasını, insanlığın başlanıcına, Habil’le Kabil arasındaki savaşıma dek götürür. Yani, mülkiyetçi iktidarlaşma ile dayanışmacı toplumsallaşma karşıtlığına. Zira toplumsal ayrımcılıklar, sömürü ve sınıflaşmalar, insanlık tarihinin başlangıcından beri temel bir sorundur. Hatta dinlerin ortadan kaldırmak için mücadele verdikleri en önemli sorunlar da, bu tür adaletsizliklerdir. İnsana insan olma haysiyetini kazandırmak yanında, haysiyetsizleşmesinin bu en önemli etkeninin de ortadan kaldırılması, dinlerin en önemli hedeflerindendir.  Muhammed (as)’ın Mekke aristokrasisine, köleciliğe, Kureyşli bezirgânlara ve Medineli tefeci Yahudi derebeylerine karşı verdiği mücadele bunun en açık örnekliğidir. Faiz yasaklanırken, zekât yasalaştırılmış ve sadaka gibi ödemeler teşvik edilmiş; ama bir tür iktisadi eşitlikçiliğe de gidilmemiştir. Adeta bu, insanlığın sorumluluğuna ve duyarlılığına bırakılmıştır. Aslında bunun, başka bir çaresi de yoktur. Ancak tarih içerisinde, bu başlangıç duyarlılıkları unutularak, sınıfsal sorunlar, bu kez içeriden ve yeniden üretilecektir. Kureyş aristokrasinin ve bezirgânlarının Muaviye ile birlikte iktidara tırmanması, İslam’ın devrimci çabalarının da durdurulması anlamına gelmektedir. Hz. Musa ve İsa’nın da Yahudi bezirgânlarına ve tefecilerine karşı verdikleri mücadele de, bilinmektedir.

İbrahimî dinler, toplumsal sınıflaşmayı önlemek için, özellikle tefeciliğe karşı savaş açmışlar ve toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik etmişlerdir. Bununsa, siyasal iktidarlar tarafından desteklenmediği sürece ne kadar etkili olabileceği, ortadadır. Bu konuda kapitalizme karşı tepkisini sürdüren İslam dünyası ise, kendi iç sorunlarıyla boğuş-turul-maktan başını kaldıramamaktadır. “İslamî köktenciliği batının gözünde bu denli tahammül edilemez kılan, genelde iddia edilenin aksine, yüzyılların siyasi liberalizmini geriletecek bir tehdit olmasından çok, İslamî köktenciliğin ekonomik liberalizme karşı olması ve mevcut iktisadi sisteme açık bir alternatif oluşturmasıdır… Örneğin Hıristiyanlar (Calvin sayesinde) tefeciliğin yasağını rahatlıkla unutmanın bir yolunu bulmuşken, bu yasak İslamî iktisadın temel direklerinden biri olmayı sürdürmektedir.” (İdiotizm, Neal Curtis, İletişim Y. s. 11) Ancak Osmanlılardan (hatta Abbasilerden – bkz. Louis Gadet, Müslüman Site, Ayrıntı Y. s. 113) itibaren faizli uygulamalar (hile-i şeriyye haliyle de olsa), İslam dünyasında da sürdürülmektedir.

Öte yandan sosyalist uygulamalar tarafından ortaya konulan devletçi eşitleme çabalarının da bu tür sınıflaşmaları önleyemediği de, geçtiğimiz yüzyıl içerisinde belirginleşmiştir. Dolayısıyla sorun yine toplumsal bir bilinç ve mücadelenin omuzlarında kalmaktadır. Ama bu, elbette ki salt ahlaki ve iktisadi bir mücadele olarak kalamaz ve etkinleşemez. Asıl olan siyasal mücadeledir.

Olanca baskınlığına karşı kapitalizm, yine de dünya piyasalarının ancak bir bölümüne egemendir. Toplumlar ve insanlar, iktisadi ilişkilerinin birçoğunu hâlâ geleneksel yöntemlerle sürdürmekte; alışveriş yapmakta, borç alıp vermekte, yardımlaşmakta, paylaşmakta ve hediyeleşmektedir.  Kapitalizm piyasalar kadar devletlerin de ancak belli bir alanına nüfuz edebilmiştir. Kapitalizme karşı olan bu toplumsal direncin, bilinçli tepkilerden oluşmasa bile, belli bir hoşnutsuzluktan kaynaklandığı da açıktır. Oysa belirttiğim gibi, mesele çok daha derin olup, sadece kapitalizmle mücadele ile çözümlenebilecek bir sorun değildir. Çünkü yaşanan tüm kötülükler kapitalizmin eseri olmadığı gibi, yapabileceğimiz tüm iyilikler de kapitalizmin rağmına olmayacaktır. En önemli sorun ise, kapitalizmin tahrip gücü yüksel olan rekabetçi vahşeti tarafından yapılan geri döndürülemeyecek yıkımların önüne geçilmesidir. Elbette bunlar doğanın tahribi olduğu kadar, kültürel ve toplumsal yıkımlar da olabilir. Auschwitz, Hiroşima, Mekke, İstanbul ya da Halep… Halep’te savaş nedeniyle ortaya çıkan yıkım, sadece binlerce yıllık bir şehrin mimarisini değil, aynı zamanda kültürel dokusunu da ortadan kaldırmıştır. Öyle ki, bu artık telafi edilemeyecek olan bir yıkımdır.

Beri yandan, iki yüzyıllık bir süreç içerisinde kapitalizme karşı verilen bir mücadele, birçok konuda iyileştirmeler de sağlamıştır. Sosyal güvenlikçi devlet politikaları, çalışma yasaları, tüketici hakları gibi. Buna karşı ise kapitalizm, oluşturduğu tekeller ve nüfuz ettiği iktidarlar yoluyla, dünya üzerinde belli üretimsel ayrıcalıklar ve ticari ağlar yoluyla, örgütsüz topluma karşı örgütlü yapılar olarak, daima bir adım ileridedir. Bağımsız uzmanların buluşlarının kazanımları dahi, onun kâr hanesine yazılmaktadır.

Osmanlı’nın son döneminde İttihatçılar tarafından yaratılmaya çalışılan millî burjuvazi, Kemalizm tarafından tamamına erdirilecektir. Türkiye’de ise, Cumhuriyetin kurulmasından itibaren başlatılan kalkınmacı politikalar, tüm siyasal partilerin benimsediği neredeyse yegâne düstur. Hatta Kemalizm’in dine karşı baskılarında da, dindarlığın kalkınmayı engelleyeceğine dair Weber’den habersiz bir anlayış var. (Allah’tan ki habersizmiş. Oysa birileri Özal’ın kulağına bunu fısıldamıştı.) Öyle ki Atatürk kadar Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan’ın temel amaçları, her mahalleden bir milyoner çıkarmaktır. Gerçi ithal ikameci kalkınma politikaları, bir kalkınma taklidi olmaktan öteye gitmese de, zamanla Avrupa’nın kirli sanayinin ithaliyle, geç kalmış ve kötü bir modernleşmeyi tevarüs eder. Erbakan veya Milli Görüş hareketinin amacı da kalkınmaktır. Ama bu, kapitalist olmayan, sosyal adaletçi bir kalkınmadır. G-7/G-20’ye karşı D-8 (gelişmekte olan ülkelerin işbirliği) örgütlemesinin amacı nasıl ki anti-emperyalist bir İslam birliği sağlamaksa, ülke içerisinde de, millî ve Anadolu sermayesine dayalı bir kalkınma amacı güdülür. Amaç adil, eşitlikçi ve barışçı bir ekonomik düzen oluşturmaktır. Sonuçta bu tip bir kalkınmacılığın anti-kapitalist yönü, bir söylem olmanın ötesinde çok da belirgin değildir. En belirgin niteliği ise, kapitalist TÜSİAD sermayesine karşı, önce MÜSİAD, daha sonraları ise ASKON sermayesini oluşturmaya çalışmaktır. Ama onun siyasal tezleri biraz sert ve küreselleşme karşıtı bulunduğundan, onun hareketinin iktidarı, onun yerine, “paranın dini imanı olmaz” diyen Erdoğan’a miras kalır. Bu iktidar ise, Erbakan’ın hiçbir zaman anlaşamadığı Fethullah Hoca ile, ve küresel gücün riyasetinde bir koalisyon olarak kurulur. Dolayısıyla daha en başından itibaren batıya ve kapitalizme karşı bir mücadele vermenin perspektifinden uzak tutulur/durur.

Share.

About Author

Comments are closed.