7 Temmuz 2021 – Cihangir İslam: Artık Geleceği Nasıl İnşa Edeceğimizi Konuşmalıyız

0

Türkiye’de siyasi koşullar, bir süredir muhalefet partilerini birlikte çalışmaya, organize olmaya yönlendirdi. Son genel seçimlerden bugüne gelişen partiler üstü çalışma alışkanlığının, siyasette ihtiyaç duyulan kalıcı bir ilkesel “ortak iyi” anlayışının temelini atabileceğine inanıyor musunuz? Çoğulcu bir muhalefet bloğu, AK Parti sonrası bir Türkiye’de birlikte hareket etme kültürünü nasıl sağlayabilir?

Bugün muhalefetin en değerli niteliğinin farklı kimlikleri yan yana getirmesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye böyle bir ülke. Türkiye’de farklı kimlikler bir arada yaşıyor, çeşitli siyasi hedefler var. Yani muhalefet şu anda Türkiye’nin bir aynası gibi… Seçmen de oldum olası bunu talep eder. Siyaset farklı kutupların uzlaşmasını, mümkünse birlikte hareket edebilmesini ister. Olması gereken de budur. Şu anda seçmenin talebini muhalefet yerine getiriyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü dünyaya farklı şekilde bakan insanlar kendi kimliklerini koruyarak belli ilkeler etrafında ortak hedeflere yönelik ortak bir siyaset pekâlâ geliştirebilirler.

Bir örnek vereceğim, çok uzağa gitmeye gerek yok. 7 Haziran 2015 seçimlerine bakalım. O dönemde HDP’nin meclise girmesi ve meclis grubu kurması farklı seçmen gruplarının ortak bir tutumuydu. Seçmen, dünyanın en yüksek seçim barajı olan %10 barajını ortak bir tavırla yıktı. Burada dikkat çekmek istediğim nokta HDP’nin siyasal kimliği değil. Farklı kimlikler taşıyan bir grup seçmen stratejik davrandı. Seçmenin bu ortak davranışını dikkate değer buluyorum. Bu davranışın kendiliğindenliğinin, müspet bir hedefe yönelik olmasının, seçmen tarafından kararlı bir şekilde gerçekleştirilmesinin altını özellikle çiziyorum.

Muhalefetin Dertleri ve Talepleri Ortaktır

Şimdi, başından beri savunduğumuz politika bu aslında. Bahsettiğiniz bu sürecin ilk meyvelerini tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinde aldık. Bu seçimde Sayın İmamoğlu sadece CHP’nin veya Millet İttifakı’nın adayı olmaktan çıkmış, tüm muhalefetin adayı konumuna gelmişti. O günden bugüne pek bir şey değişmedi. O halde önümüzdeki ilk seçimlerde de bu politikayı daha da güçlendirerek devam ettirmeliyiz. Söylemlerimiz farklı olabilir ama tüm muhalefetin kaygıları, dertleri, sorunları ve talepleri aynı. Sadece bu konuları farklı cümleler ile kuruyoruz. Partiler üstü çalışmalar bize bunu çok net bir şekilde gösterdi.

Parti kimliklerini savunmayı öncelik yapmaktan çıkarınca dertlerimizin ortak olduğunu daha rahat anladık. Hepimizin sorunu aynı. Ekonomik sorunlarımız var mı? Var. Ülke yoksullaşıyor mu? Maalesef. Hukuk iyi işliyor mu? İşlemiyor. Hak ve özgürlükler arzu ettiğimiz seviyede mi? Değil. Devlet yönetiminde şeffaflık var mı? Yok. Liyakate değer veriliyor mu? Verilmiyor. Bu sorunlar hepimizin en büyük önceliği. Eğer bu konularda ilkesel olarak ortaklaşıyorsak, mesele sadece AK Parti’ye kaybettirmek olmuyor. Bu ilkeler çerçevesinde birlikte hareket etme kültürünü de sürdürmek gerekiyor. Önemli olan ve gelenekselleşmesi gereken de bu ikincisidir.

Artık fobilerimizden kurtulmalıyız ve geleceği nasıl inşa edeceğimizi konuşmalıyız.

Türkiye siyasetinin gerilim hattında devam eden bir ritmi var. Biraz daha geriye gidersek hegemonya istencinin Cumhuriyet tarihi boyunca bu baskı süreçlerini mütemadiyen yaşattığı tespitine katılır mısınız? Bu durumda politik olarak geleceği inşa ederken temeli nereden almak gerekir? Toplumu sahici bir geleceğe ikna edebilecek bir bütünleşmenin metodu nasıl kurulabilir?

Temel sorunumuz bu zaten. Bir kimliğin bir başka kimliği tahakküm altına alma çabasını kesinlikle reddetmek gerekiyor. Geçmişteki bütün deneyimlerden ders çıkarmak gerekiyor. Cumhuriyetin kuruluşundaki antidemokratik sancılardan tutun, yaklaşık yüz yılda başımıza gelen tüm askeri darbelere kadar bu olumsuz deneyimlerin izlerini görüyoruz. Biliyorsunuz, uzunca bir dönem üç büyük akım tehdit olarak görüldü: Dindarlar, Kürtler ve solcular. TİP, HADEP, Refah Partisi gibi bu kulvarlarda siyaset yapan partilerin kapatıldığına, siyasetten dışlandığına da şahit olduk.

Artık fobilerimizden kurtulmalıyız ve geleceği nasıl inşa edeceğimizi konuşmalıyız. Ben bir Müslümanım. Hayata da bir Müslüman olarak bakıyorum. Dolayısıyla geleceği inşa ederken Medine Vesikası’ndan ilham almak gerektiğini düşünüyorum. Orada Müslümanı, Yahudisi, Hıristiyanı ve inanmayanı ortak bir yönetim içinde birlikte yaşayabilme kültürüne kavuşturan felsefeyi görüyorum. Her zümrenin ismen yer aldığı, aidiyetinin tartışmasız kabul edildiği bir sözleşme hukukunu görüyorum.

Ülkemizin kuruluş ruhunda da aynı şeyi görüyorum. 1920’deki kurucu meclisimizi hatırlayın. Yurdun dört bir yanından gelen mebuslar kendi kimlikleriyle aynı çatı altında ortak bir mücadele yürüttüler. 1921 Anayasası yapıldı. Kurucu meclisimiz çok zengin tartışmalara tanıklık etti. Evet, sorunuza dönersek; işaret ettiğiniz gerilimin farkındayım. Tahakküm kültürü yerleştirilmeye çalışıldı. Bunda hepimizin tarihin farklı dönemlerinde sorumluluğu var. Ama kadim zamanlardan beri bir arada ve hür yaşama kültürü de bizim ‘damarımızda’ var. Ben işte buna güveniyorum.

Cumhuriyet Halk Partisi ve Cihangir İslam, idealize ettiğimiz “Geleceğin Türkiyesi”nde nasıl bir rol oynayabilir, nasıl model olabilir? Partinin bugün bulunduğu konumu ve sizin duhulünüzü gidişatın neresine koyabiliriz?

Öncelikle şunu söyleyeyim, siyaseti hiçbir zaman benmerkezli okumam. “Şahsım” tarzı siyaset yapmam. CHP’ye gelince… Partimin son yıllardaki farklı kesimlere açılma politikasının doğru olduğu ve bunun devam ettirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bugün toplumun farklı kesimlerinden gelen arkadaşlarımızla CHP şemsiyesi altında birlikte siyaset yapabiliyorsak bu hem ülkemiz hem de partimiz için son derece hayırlı bir gelişmedir. CHP’ye çoğulculuk kazandıran herkes partiye güç katar. Tekçi politikaların ülkeyi kısır bir alana hapsetmesine itiraz ettiğimiz için bunun dışına çıkan bir politik duruş ortaya koymaya çalışıyoruz.

Kendimi bildim bileli demokrat, özgürlükçü, eşitlikten yana, birlikte yaşamı savunan ve Cumhuriyet fikrini benimseyen bir insanım. Bu değerleri özellikle son sekiz yıldır ve bugün CHP’de görüyorum. Hani meşhur tarihsel bir anekdot, bir söz vardır: “Neden buradasın?” sorusuna, “Sen neden burada değilsin?” denmiş. “Neden CHP’desin” diye soran arkadaşlara benim yanıtım; işte her kesime dostluk eli uzatan bu olumlu gidişatı, açılım politikasını, demokrasiyi, çoğulculuğu, adalet anlayışını güçlendirmek için. O halde şimdi ben bana bu soruyu soranlara sorabilirim: “Siz neden CHP’de değilsiniz veya destek vermiyorsunuz?”.

Bir tıp profesörü ve halk sağlığı ile ilgilenen bir siyasetçi olarak pandemi politikaları ve salgın yönetimini küresel ölçekte nasıl değerlendiriyorsunuz? Şu an pandeminin sonlanması için tek çözüm olarak görülen aşıların patentlerinin kaldırılmasına dair dünyanın önde gelen ülke yöneticilerinin ve aşı firması sahiplerinin çeşitli beyanları var. Bu tartışmalara sizin yaklaşımınız nelerdir?

Evet, halk sağlığı alanında da araştırmalar yapmış, eğitim almış bir hekimim. En başından beri pandemi yönetimi hakkındaki tavrımı ortaya koydum. Haklı çıkmanın üzüntüsünü yaşıyorum. Daha salgının başlangıcında bir rapor yayınladım. O raporda, “Önce 4 haftalık, gerekirse daha uzun bir süre ciddi bir sokağa çıkma yasağı uygulanmalı, bu süre sürekli halk sağlığı eğitimi ile geçirilmeli” ve “Birinci kademe hekimler, yani aile hekimleri devreye sokulmalı, ihtiyaç duyanlar da sistemi çökertmeden hastanelerde tedavi edilebilir” dedim.

Güçlü olanın hayatta kaldığı bir düzene yüksek sesle itiraz etmeliyiz.

Yaptığım modellemeye göre hastane yatışı gerekmeyen hastalara ise evlerinde hizmet verilebilirdi. Dört hafta geçtikten sonra da kontrollü serbestlikle Güney Kore yöntemine, yani ortaya çıkan odakları testlerle tespit ederek yerinde izole etmek uygulamasına, geçmek mümkün olabilirdi. Bulaşmayı önledikten ve salgını bir nebze söndürdükten sonra sokağa çıkma yasağı kalkacaktı. Bu şekilde ekonomik kayıp da ciddi miktarda azaltılabilirdi. Haklı çıkmamayı dilerdim. Çünkü iktidar bütün tavsiyelerimize kulağını tıkadığı için bugün itibariyle 48 binden fazla insanımızı kaybettik. Bu süreçte çok sayıda tutarsız politikayla karşılaştık.

Aşıya gelince… Aşısı olan bir hastalıktan ötürü insanların hâlâ hayatını kaybetmesi anormal bir durum. Aşının muhakkak adil bir biçimde insanlara ulaştırılması gerektiğine inanıyorum. Bu bir sistem problemi; patent tartışmasının ötesinde, çok ciddi bir küresel eşitsizlik problemi… Güçlü olanın hayatta kaldığı bir düzene yüksek sesle itiraz etmeliyiz. Kötü yöneticilerin yanlış kararları neticesinde aşıya ulaşamayan Türkiye gibi ülkelerde de halkın hiçbir suçu olmadığını bilmeliyiz. Öte yandan, küresel bir sistemde en ücra köşedeki eşitsizlik, geri kalan her yeri tehdit ediyor. Öyleyse aşısı bulunmuş bir hastalığın yayılmaması için aşının tüm insanlığa doğru hızla yaygınlaştırılması gerekir.

Ülkemizde pandemi sürecinde alınan tedbirlerin toplumda sosyal ve ruhsal manada olumsuz etkilere sebep olduğu gözlemleniyor. Bu irrasyonel kurallara toplumun uyamamasının sonucu, fikren ve madden bizi nereye götürür? Bu kriz sürecinden çıkış için nasıl bir yol haritası benimsenmelidir?

Salgının yayılmasını önlemek amacıyla bazı kısıtlamaların getirilmesi kaçınılmaz. Ancak bu durumda da vatandaşa ‘Ne yaparsan yap’ denilemez. Çalışanlara bir gelir güvencesi sağlarsınız, doğru dürüst bir destek paketi açıklarsınız, SGK prim ödemelerini, kira ve fatura borçlarını öder ya da yapılandırırsınız. Bunları yapmadan ‘Tam kapanacaksınız’ demek, ‘Aç kalacaksınız’ demekten başka bir şey değil. Ama hükümet tam da bunu söyledi.

Şimdi, bütçeden yapılan yardımlarda tam bir fiyasko görüyoruz. Pandeminin başında vatandaşa IBAN verilerek toplanan parayı ve İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yapılan yardımları bir yana koyduğumuzda, iktidarın bütçeden yaptığı destek 15 milyar lira civarında. Yani ulaştırma projelerinin garanti ödemeleri için karayollarına sadece bu yıl için ayırılan ödenek kadar. Bu rakamın en az iki katını bu yıl geçmediğimiz köprülere, otoyollara, tünellere, havalimanlarına ödeyeceğiz. Bu yılın bütçesinde de bu ödemelere en az 31 milyar lira ayırıldı.

Kriz Ancak Yeni Bir Anlayışla Çözülebilir

Bu tablo sürdürülebilir değildir. Vatandaşın ruh sağlığı bozuldu. Eğitim iflas etti. Aşı aylarca ‘söz aldık, getiriyoruz’ aşamasında kaldı. Hal böyleyken iktidar alakasız konularla meşgul. İktidar değişimini siyasi tartışma olmaktan çıkartan yakıcı gerçeklerle karşı karşıyayız.

Erken seçimle yeni bir hükümet işbaşı yapmalı ve gerçek sorunlara etkili şekilde el atmalı. Erken seçimi seçimkolik olduğumuz için istemiyoruz, ortadaki krizi ancak yeni bir anlayışla, halkın gösterdiği istikametle çözeceğimizi biliyoruz. Çünkü çok boyutlu bir krizle karşı karşıyayız: Salgın döneminde ağır kayıplar verdik. Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar rezervinin akıbeti merak konusu. İşsizlik oranları tarihi rekora dayandı. Sayın Cumhurbaşkanı esnaftan helallik isteyecek duruma geldi. Ülkemiz dış ilişkilerde fena halde yalnızlaştı. Mafya ve çeteler yeniden gündemin ilk sıralarına yerleşti. Hukuk devletinin tüm ilkeleri rafa kaldırıldı. En önemlisi de iktidarın bu yakıcı sorunlara verecek bir yanıtı kalmadı. Bizatihi bu sorunların kaynağı haline geldi. Demek ki ülke yönetilemiyor. O halde ne yapmak gerekir? Ülkemizi sağ salim erken seçime taşıyıp, halkın hakemliğine başvurmak gerekir.

İttifak konusuna gelirsek, HDP seçimleri kazandığı yerlerin neredeyse tamamında yerel yönetimlerden el çektirilmiş halde. Bunun yanı sıra iktidar ortakları tarafından siyaseten temsil hakkının tamamen kaldırılmasına dair bir kamuoyu oluşturuluyor. Yakın zamanda bir gazeteye verdiğiniz demeçte HDP’nin de Millet İttifakı içerisinde yer almasına yönelik kanaat bildirdiniz. İçinde bulunduğunuz ittifakın bu netameli konuyu bir uzlaşıyla çözebileceğini düşünüyor musunuz?

İktidar İstanbul ve diğer büyükşehirlerde seçim kaybetmenin faturasını HDP’ye kesti. HDP’li belediyelere kayyım atayarak seçimlerin sonucunu fiilen iptal ettiler. Belediye meclisinin yeni başkanı seçmesine de izin vermediler. Belediyeleri tuhaf ve halkın tepkisini çeken ucube heykel yapmaktan öte icraat geliştiremeyen kendi atadıkları memurlara teslim ettiler. Fezlekelerle de HDP’nin TBMM’deki grubunu budamak istiyorlar. İktidar, ülkeyi, seçilmenin meşruiyeti ve demokrasi konusunda uçurumun kenarına getirmiş sayılabilir. Çünkü bir siyasi partiyi suçlu ilan ettikten sonra ona oy verenleri de suçlamanın zorladığı kapı demokrasiye açılmaz.

Ben normalleşmeden, farklılıklarımıza rağmen aynı mekânı paylaşmayı, aynı havayı solumayı, dertlerimizde ortaklaşabilmeyi, birbirimizin arkasını kollayabilmeyi, birlikte iş yapabilme becerisini anlıyorum.

Varılmak istenen sonuç nedir? Seçmen ve sandığa kayyım atamak mı? HDP veya başka bir parti suçlu ilan edilince ona verilen milyonlarca oy da iptal mi edilecek? Sandıktan çıkacak sonuca bu çapta müdahale ile ortada ne seçim kalır ne siyasi parti ne de demokrasi. Siyasi katılımın esamesi okunmaz. İktidar deneyimi gösterdi ki, AK Parti de demokrasiden hazzetmiyor. Sandıktan çıktıktan sonra lâ yüs’el (sorumsuz) farz edilmek istiyor. Tüm ülkeyi ve milletin tamamını etkileyen kararlarında hata yaptıklarında bunun siyasi bedelini ödemeye hazır değiller. Eleştirileri kriminalize ediyorlar. Hiçbir sözlükte bu yapılanları içeren sistemlere demokrasi denmiyor.

Türkiye’nin hızla normalleşmesi lazım. HDP de bu normalleşme sürecinin bir parçası olmalı. Çünkü ben normalleşmeden farklılıklarımıza rağmen aynı mekânı paylaşmayı, aynı havayı solumayı, dertlerimizde ortaklaşabilmeyi, birbirimizin arkasını kollayabilmeyi, birlikte iş yapabilme becerisini anlıyorum. Bunlar ancak adil bir ortamda gelişebilir ki temel belirleyicileri özgürlüktür, eşitliktir, dayanışmadır.

Ülkemizin son günlerde en tartışılan ve görünür olan meselesi, siyasi aktörlerin kamuoyunca tanınmış suç örgütleri ile ilişkileri oldu. Twitter hesabınızda bu konuya dair ‘iddia ile müddeiyi birbirinden ayırın’ şeklinde paylaşımda bulundunuz. Böyle bir tablo ile karşılaşmak bir siyasetçi olarak size neler düşündürüyor?

Hiçbir doğru, onu dile getiren özneye göre nitelik değiştirmez. Doğru doğrudur, yanlış da yanlış. Nesnel özellikli muhakeme gerektiren bir durumdan bahsediyoruz. Bir uçağa bomba ihbarı örneğini vermiştim. Önceden sabıkası bulunan bir şahıs, veya bir çocuk veya bir Alzheimer hastası “Bu uçağı kaldırmayın, bomba var” diye ihbarda bulunsa, “Sen zaten sabıkalısın, reşit değilsin, akli melekelerin yetersiz, sözün de önemsizdir” mı diyeceksiniz? Yoksa önlem alıp bu iddiayı araştıracak mısınız?

Sonuçları feci olabilecek her olguyu, sonuçları olumsallık taşıyanı, menfi gerçekleşme ihtimali ne olursa olsun onu ciddiye alacaksınız. Bir doğruyu suçu kanıtlanmış ve bu yüzden mahkûm olmuş bir kişi bile dile getirse kıymet atfetmek zorundayız. Son dönemde şüpheli sıfatıyla hakkında soruşturma yürütüldüğü anlaşılan malum kişi, geçmişte işbirliği içinde olduğunu iddia ettiği devlet yetkilileri ve siyasetçiler hakkında suçlamalar yöneltiyor. Suçladığı kişilerin hepsi iktidar partisinin önemli isimleri. Yapılması gereken somut iddiaların değerlendirilmesidir.

Bazı rakamlara göre bu şahsın yayınladığı videolar toplamda yüz elli milyona yakın izlenmiş. Bu tablo, ana akım televizyonların toplam izlenme oranlarından yüksek. Fakat ne siyasette ne de yargıda bir kıpırdama var. Ana akım medya görmüyor, duymuyor, konuşmuyor. İddiaların hepsi temelsiz ve iftira olsa bile hükümetin ve yargının görevi soruşturma açıp böyle olduğunu topluma göstermektir. Çünkü devlet şayia (söylenti) kaldırmaz. Sessiz kalarak ne yapmak istiyorlar bilemiyorum. Ama görünen o ki, iktidar suskunluğunu sürdürdükçe iddia sahibi kişiye güven artıyor, öne sürdüğü iddia ve ithamlar yaygınlık kazanıyor. Bu durum da hem ülke hem de siyaset açısından farklı riskler yaratıyor.

ABD’de sağ popülizmin seçim kaybetmesi sonrası, Avrupa Birliği, NATO ülkeleri ve Doğu Bloku siyasetinin yeniden kurulma aşamasında olduğunu izliyoruz. Biden ile birlikte ABD siyasetinin Türkiye’ye etkisi sizce nasıl olur?

ABD’de Trump seçimleri kaybetti evet ama hala çok güçlü bir desteği de var. Trump tipi bir liderin bu kadar sahiplenilmesi ve destek görmesi bile ciddi bir sorun bence. Avrupa’da hala İslâm üzerinden, Avusturya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde popülist milliyetçilik prim yapıyor. Merkez sağ liderler dahi oy potansiyellerini aşırı sağa kaptırmamak için söylemlerinde daha sertleştiler.

Türkiye dış politikasında ise tamamen taktiksel manevralarla günü birlik siyasetler yapıldığını görüyoruz. Trump yönetimi iktidarda iken egemen olan izolasyonist politikalardan dolayı Türkiye içerde daha rahat otoriterleşti. ABD ve Avrupa’dan bir tepki gelmemesini fırsat bilerek birçok yasaklayıcı kanun düzenlemesi yaptı. Ama Biden yönetimi iktidara gelince S-400’ler, Halkbank Davası ve PYD ile olan ilişkiler başta olmak üzere birçok konuda sıkıntılar yaşanacağı anlaşıldı. Türkiye yönetimi Ekonomi Bakanlığı ve Dışişleri bakanlığı üzerinden yaptığı bazı girişimler ve değişiklikler ile uzlaşma yanlısı olduğunu göstermek istedi. Şimdi nihayet NATO zirvesinde kısa bir görüşme yapacaklar.

Görünen o ki Biden yönetimi müttefikleri arasında sorun istemiyor. Mısır, Yunanistan, İsrail, Suudi Arabistan, Türkiye… ‘Aranızdaki şu sorunları bir düzeltin’ diyor. Türkiye, İsrail hariç bunların hepsiyle kavgalı. Bu bir meziyet değil, bütün mahalleyle kavgalı olmak. İnsan hakları ve S-400 konuları halen ortada duruyor. Türkiye’de herhangi bir demokratikleşme emaresi gözükmüyor. Avrupa Birliği’nin Türkiye raporlarında son derece sert eleştiriler var. Aslında iktidarın da kafası karışık. “Hukuk reformu başlatacağız” diyor ama “AİHM kararlarını tanımayacağız” pozisyonuyla kendisini trajikomik bir duruma sokuyor. “ABD ile yakınlaşayım” diyor ama “Belarus’ta NATO’nun tepkisini yumuşatarak Rusya’ya da göz kırpayım” gibi hesaplar yapıyor. Dış politikadan bu gelgitleri anlıyorlar. Böyle dış politika olmaz.

Filistin direnişi bugüne kadar başta İran ve Türkiye olmak üzere Ortadoğu’daki iktidarlar için iç politikada kolaylıkla istifade edilebilecek bir mevzu olmayı sürdürdü. Ancak bu durum Filistin halkına hiçbir yarar sağlamadı. Yaşadığımız son İsrail saldırısında durum biraz farklı görünüyor. Mesela ülkemizde halk, henüz Mavi Marmara olayındaki itibar kaybı bile telafi edilmemişken, iktidarın İsrail’e tepkisinin söylemden ileri geçmediğini kısmen de olsa fark ediyor. Kamuoyundaki Filistin hassasiyetinin azalmasını bu sebebe bağlayabilir miyiz? Yakın gelecekte Filistin sorununun çözümüne kimlerin önderlik edebileceğini öngörüyorsunuz?

Filistin sorunu aslında bir arada yaşama sorunu olduğu için AK Parti iktidarının hamasetiyle hiçbir çözüme varılamaz. Meseleyi iç siyasete malzeme yapagelen iktidara güvenin dibe vurduğu sırada toplumda yaygın bir hassasiyetin tezahür etmemesi sürpriz sayılmaz.

Vatandaşımız Filistin gibi çok hassas konuda dahi hükümetin samimiyetine inanmayıp peşinden gitmiyorsa güven duygusunda kalıcı ve yapısal bir hasar oluşmuş demektir. Zira İsrail güvenlik güçlerinin Filistinlilere uyguladığı muamelenin benzerini Türkiye’de siyasi muhaliflerine reva gören hükümetin derdi Filistin ve Kudüs değildir.

Filistin meselesinin de yeni aktörlere ihtiyacı var. Bu yeni aktörlerin hem Türkiye’de hem de Filistin’de bir arada ve barış içinde yaşamaya dair güçlü tasavvuru olmalı. Ne İslamofobik ne de antisemitik bagajı olmayacak yeni siyasi fikirlerle yepyeni bir evreye geçmeliyiz. Biz CHP olarak diğer muhalefet partileriyle birlikte Türkiye’ye vadettiğimiz çoğulcu demokrasi ve bir arada yaşama anlayışını İsrail ve Filistin gerilimine de öneriyoruz. Uluslararası hukuk, kural ve teamüllere uyarak ve meseleye müdahil tüm ülke ve taraflarla birlikte adil ve kalıcı bir barış tesis edilebilir.

(HEMHAL)

Share.

About Author

Comments are closed.