Alev Erkilet’in, genel olarak kent sosyolojisindeki aktüel tartışmaları, İstanbul’la özel olarak da tarihi yarımada odaklı metinlerini bir araya getirdiği Kenti Dinlemek kitabı Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıktı
Nice zamandır iyi bir kente sahip olmanın hayatta peşinde koşulmaya değer bir amaç olduğunu daha sık işitir olduk. Bununla bağlantılı olarak kent, kentleşme, kentsel dönüşüm, mutenalaştırma, kentsel devrim vb. başlıklar altında süreli yayınları da içerecek bir şekilde ciddi bir yayın olayından bahsetmeyi mümkün kılan gelişmeler yaşandı, yaşanmakta. İlginçtir, üstlerine düşen devasa tarihsel sorumluluk çapında bir performans ortaya koyamadıkları çok açık olan siyasiler bile bu kanala çok çarpıcı bir biçimde adı şehir olan türlü dergiler yayımlayarak katıldılar. Aslında çok farklı boyutları bulunan fakat temelde bir yanı hoşlanılmasa her zaman mani olunamayacak bir duygu olan sahicilik arayışıyla diğer yanı herkesin acil meselelerle meşgul olmasıyla alakalı bir olguyla karşı karşıyayız. Hiç şüphesiz vaaz edilen erdemlerle fiili uygulamalar arasındaki mesafeyi gösteren büyük yozlaşmanın payı büyük burada.
Kent odaklı tartışmaların, tek kaygısı görünürlük elde etmek olan kendini beğenmişleri siyasi ve entelektüel sahneye buyur ettiğini çoktandır anlar duruma geldiğimiz söylenebilir. İdeolojilerin sonunun ilan edilmesinin ardından radikal olma modasının bir çeşidini ileri sürmenin gerekçesi kılındı mekân odaklı gündemler. Şunu peşin peşin kabul etmeliyiz ki, günümüzde kentle ilgili konuşmaların çoğuna yetkinlik değil, karşı tarafın düşüncesini teşhir edip kara çalan siyasetin çarpıtma mantığı egemen. Kendisini bilgili sanan genel geçer kanaat teknisyeni hüviyetinde kentologlarımız bile var artık. Bir kısmı dikkat çekme hilebazlığının bir yöntemi olarak karşımıza çıkan “havadis vermenin muzafferiyetinin” yansıması olsa da bunlar göz ardı edilmemeli.
YERLEŞİK KANAATLERE İTİRAZ
Alev Erkilet’in, genel olarak kent sosyolojisindeki aktüel tartışmaları İstanbul’la özel olarak da tarihi yarımada odaklı metinlerini bir araya getirdiği Kenti Dinlemek kitabı bahsettiğimiz furyanın dışında konumlanan yayınlardan. Kitabın ele aldığı ya da büyük ölçüde dayandığı veriler son on yılın eşiğinde durmaktadır. Metinlerin önemli bir kısmının birincil veri kaynağı yazarın 2006-2012 yılları arasında görev yaptığı BİMTAŞ’ta, “Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi” çerçevesinde gerçekleştirilen nitel araştırmadır. Bu veriler kente dost olmanın, sadece kanılarla alakalı olmadığını göstermesi açısından başlı başına değerli. Zira kapitalist modelde yeniden inşa edilmeye çalışılan kentlerin yenilenmesi diskuruna kaynaklık eden doksayı(kanıları) tahlil edip, onu üretip belleten düzeneklerin mantığını anlamanın yegane yolu kişisel tanıklık ve tecrübelerin ihmal edilmediği bir miktar ampirik veriyi içeren kuramsal bakıştır.
Erkilet, her şeyden önce kent hakkındaki tartışmalara sosyolojik perspektiften üçlü bir modele göre analiz ediyor. Buna göre, temel değerler/anlamlar, onları taşıyan insanlar ve anlamların taşa kazınmasıyla şekillenen mimari eserleri tek ve anlamlı bir bütünlük içinde ele almamız gerekir. Umberto Eco’nun 1960’larda önerdiği ünlü ikili yaklaşımdan hareket edersek, Erkilet, gerçek uyumluların sayısında karşımıza çıkan artış karşısında eleştirelliğini muhafaza edişiyle de farklılaşır. Özellikle bir yandan İslâmî değerlere sıklıkla vurgu yapan diğer yandan ise kapitalist değerlere dayalı kent modellerinin üretilmesine aracılık eden kanaat teknisyenlerinin salgıladığı doksaya karşı eleştiri imkânını ve bunun gerekliliğini savunuyor. Sözgelimi tarihi yarımadadaki kapitalist olmayan iktisadi ilişkilerin sosyal adaletçi politikaların konusu olmaktan gitgide uzaklaştırılarak kolluk kuvvetine indirgenen bir bakışın nesnesi kılınışını irdelemesi kent çalışmaları bakımından kritik önemdedir. Ona göre, günümüzde İstanbul’la alakalı temel problem, kentin kimliğinin kendi mirasının değil modern planlama ve mimari el kitaplarının önerileri doğrultusunda topyekûn ortadan kaldırılmasıdır. Ne var ki bu sürecin, değerlere vurgu yapanlar eliyle kapitalist toplum değerlerinin mücessem hale gelişi şeklinde işlemesi meseleyi hem çetrefilleştirmekte hem de trajik hale getirmektedir. Kitaptaki metinlerde özellikle de söyleşi biçiminde gelişenlerde kente dostluğun düşmanlığa dönüşebildiği uygulamalara da hayli yer ayrılmış olması sebepsiz değil. Bu yüzden değer mekân ilişkisinin yansıdığı şehri tanzim etmeden önce durup dinlemek, yıkmamak, mevcudu mekânsal ve kişisel ilişkiler açısından çözümlemek, buradan kalkarak yeniden İslâmî bir kent yaratabilmenin ilkelerine odaklanılmalıdır. Yoksa dikey eksenli mekânlarla bağlantılı olan sömürü mekanizmalarının açtığı yaralar derinleşecek Müslümanlık kentlerden kovulacaktır. Bu öngörü toplumsal bütünleşme bağlamındaki kopukluğun onarımının, sadece kültürden beklenemeyeceğini, doğrudan doğruya alınacak birtakım siyasi kararlarla temelden ilişkili olduğunu belirginleştirir.
Kente teknisyen bakış açısıyla yaklaşmanın mahzurlarına işaret eden kitabı farklı kılan bir diğer nokta ise, son dönemde kaleme alınan kent odaklı metinlerin kahir ekseriyetinin tarihi kent merkezi dışında kalan dönüşüm alanlarıyla ve kapalı sitelerle sınırlı oluşunun aksine koruma amaçlı müdahalelerin sosyolojik etkilerini detaylı bir biçimde ele almasıdır. Kitabın alt başlığının “kültürel miras, kentsel ayrışma ve yoksulluğa dair yazılar” şeklinde belirgin kılınması da bununla alakalı. Uzunlukları birbiriyle orantılı olmayan üç bölümden oluşan kitap, İslâm kent münasebeti, somut olan/olmayan kültürel miras ve korunması, kentsel yenileme ve ayrışma, gettolaşma, yoksulluk, sınıf altı olma durumu, çöküntü söylemleri, mutenalaştırma, kent hakkı ve kentsel adalet gibi temel kavramların tarihi yarımada bağlamında ne anlama geldiğini göstermeye çalışıyor. Elbette bunlar kenti dinlemek için yegâne kavramlar değil fakat bu kitap büsbütün farklı bir kent kuramından ziyade genel bir değerlendirmeyi hedefliyor. Şüphesiz terminolojinin kolektif olmasından ötürü kitapta tartışmaya katkı sunan kavramların tümü müellife ait değil. Zaten onun gayesi de son dönem kent tartışmalarında karşılaşılan durumları biraz daha netleştirmek amacıyla bu kavramları tarihi yarımadayla ilintili bazı pratiklerde sınamak.
Kenti Dinlemek, sınırlı bir alandan yola çıkarak, olması gerekenlere de işaret ederek kentle alakalı olarak elan sürdürülen tartışmaları kültürel mirasın korunması bağlamında nasıl anlamak gerektiğinin izini de sürüyor. Elbette burada irdelenen kent meseleleri aktüel tartışmalarla yakından alakalı olduğundan sadece geçmişe ait değil. Ele alınan meselelere yakından bakınca, kenti konuşma sürecinde “düşmanlara” da borçlu olduğumuz hayli şeyin var olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Hemen hepsi daha önce yayımlanan bu metinlerin kitap şeklinde okuyucularla buluşmasının nedeni, kentleşme süreçlerine dair uygulamaların yol açtığı tehlikelerin ne anlık ne de tesadüfî olduğunu göstermek olsa gerektir.
Kentle ilgili politikalarda iktisadi zorlama çoğunlukla hukuki hatta “estetik” gerekçelere bürünür. Ticari rantın, kentin merkezinden dışlama pratiklerine yol açtığını, tarihi yarımadaya yüzme havuzlu siteler kondurulmak istendiğini (arzulandığını mı demeliydik) yakından biliyoruz. Aslında bu bir yanıyla İbn Haldun’un gösteriş, lüks ve aşırı tüketim eğilimlerinin sebep olduğu çöküş teorisini gündeme getirir. Bu yüzden, üretimden kopmayan, müsrif olmayan, mütevazı insanların adalet ve merhamet esaslı ilişkiler temelinde birilerinin semirmesine başkalarının sömürülmesine zemin hazırlamayan mekânlara muhtaç olduğumuzu söylemeye bile gerek yok. Bu sebeple Erkilet, yoksulluğun kalıcı hale gelmeye başladığı kentsel mekânlarda, sosyal politika ile desteklenmeyen kentsel yenilemelerin yol açtığı sorunlara temas eder. Farklı olandan duyulan korkunun asayişsizlik kaygısıyla birleşmesi yoksul kesimlerin kent merkezinden tahliye edilmesini kolaylaştırmaktadır. Oysa geçmişteki yerinden etme ve yeniden iskân etme pratikleri dikkatle incelendiğinde, tahliyeyi öngören yaklaşımların toplumsal çatışmaların soğrulmasına değil, büyümesine yol açan kalıcı tahribatlarda bulunduğu görülecektir. Sinik bir tavır olarak değerlendirilme riski içermesine rağmen, zaman zaman egemen kentsel yenileme politikalarının sanıldığı kadar iktisatlı olmadığını da hatırlatır. Bu yönüyle çalışma, belli grupların kentin merkezinden tahliyesini amaçlayan konut siyasetinin uzun vadeli toplumsal maliyetlerini fark ettirir. Çünkü bu tarz bir yenileme alt sınıfların daha da yoksullaşmasına, çeşitli etnik grupların gettolaşmasına yol açar. Erkilet, bu yüzden kentle ilgili kararların toplumsal maliyetinin kentsel yenileme politikalarına mutlaka dâhil edilmesi konusunda son derece ısrarcıdır. Pascal’ın deyişiyle “sağlıklı düşünen insanın hakikati” olan bu tespit, bütün lafazanların argümanlarından kesin bir kopuştur.
Alev Erkilet, toplumsal çatışma risklerin giderilebilmesi açısından, mahallenin dayanışmacı özelliklerinden yararlanılması gerektiği düşüncesindedir. Ne var ki, kentsel yenileme projeleri mahallenin tabii dokusunu zedelemiş, bu mekânların tek sınıflı kapalı yerleşkelere dönüştürmüştür. Bu ise farklılıkların dışlama sebebi haline getirilmesine sebep olduğundan çeşitli çatışma potansiyellerini açığa çıkarmıştır. Yazarın Osmanlı mahallesi örneğinden hareket ederek, mahallenin tek tip insanların bir araya geldiği bir mekân olmadığını hatırlatması son derece önemli. Buna göre, İslâmî değerlerin hayatın merkezinde olduğu dönemlerde Müslümanlar, farklılıkları dini değerlerin realizasyonu açısından bir tehdit değil bir imkân olarak algılamaktaydı. Zaten benzerlerle bir araya gelerek içe kapanmak şeklinde tezahür eden ve Gül Yetiştiren Adam kitabıyla sembolleşen kendini koruma refleksi modernleşme sonrasında ortaya çıkmıştır. Yazara göre, ilk karşılaşma dönemlerinde anlaşılabilir olsa da bu mantık sürdürülebilir değildir. Peki, bu durumda ne yapılabilir? Her şeyden önce yalıtılmayı öne çıkaran örtük tek boyutluluk üstünde düşünmek gerekiyor. Özellikle kapalı site mantığında karşımıza çıkan yeni durumlar, değerlerin muhafazasından ziyade Müslümanların başkalarıyla karşılaşma imkânını ellerinden almaktadır. Fıkhi birtakım gereklilikleri yerine getirmeyi mümkün kılan bu mantık, Müslümanların kapitalist ortamların yarattığı tehditlere karşı koyma imkânlarını daraltmaktadır. Oysa tasarlanmış bir gelecek için şimdiki zamanı dönüştürebilmenin yolları üzerinde kafa yormak dahası günümüze dair asgari bir etkiye sahip olunması gerekir. Bu yönüyle çelişkileri kızıştıran zaferlerin beraberinde getirdiği kayıpların sunduğu imkânların farkına varıldığı takdirde başkayı düşünmeyi mümkün kılabileceğini bile iddia edebiliriz.
Diğer taraftan bıkıp usanmadan yinelenen mutenalaştırma yahut soylulaştırma olarak anılan koruma mantığının teşvik ettiği uygulamaların dayandığı bir dizi ön kabulün hiçbir temelinin bulunmadığını ortaya koyuyor. Bunun mükemmelen cisimleşmiş olduğu uygulama, tarihi yarımadada koruma amaçlı müdahaleler çerçevesinde bekâr odalarında yaşayanların merkezden uzaklaştırılmasıdır. Hâlbuki hem tarihi binalar korunabilir hem de bekârlar buralarda yapılacak yeni binalara yerleştirilebilir. Böylelikle hem bekâr odalarının içyapısı daha şeffaf hale gelecek hem de onları asayişle ilgili sorunların merkezi olarak görmekten kurtulma imkânı elde edilecektir. Kitabın bu konuyla alakalı metni, bekâr odalarında kalanlara yakıştırılan bayağı, edepsiz ve indirgeyici ezber sözlerin, bu mekânların anlamını kavramaktan ve tahlil etmekten ne kadar aciz olunduğunu gözler önüne serer. Tarihsel mirası muhafaza etmek için insanların ortak yerleşimden koparılarak mülk sahiplerinden biri olduğu sitelere bağlanmasını da eleştirir. İktisadi rasyonelliğin emarelerine inat farklı anlamda bir kültürel miras oluşturma yönündeki teklifleri de var bekâr odaları konulu yazının. İşte bu yüzdendir ki, hem bilgi hem de yaklaşım açısından son derece farklıdır Kenti Dinlemek.
SAADET YURDU NEREDE?
Şunu biliyoruz ki, bir düşünce, değer, kişi, kurum ve durum üzerine lehte veya aleyhte tavır almak, olanca karmaşıklığı içinde gerçekte ne olduğunu anlamak için tahlil etmekten daha kolaydır. Erkilet’in, bir kısım kuramlarla donanarak, siyaseti siyasetsizleştiren ekonomik bakışlı hasımlara karşı entelektüel ve değer odaklı bir karşı çıkışın yolunu aradığını söylemek abartılı olmasa gerek. Tahripkâr kentleşme süreçlerinin onulmaz dertlerine odaklanan çalışmasında yazar, Türkiye kentlerinde olmakta olanların henüz geri dönülemez noktaya gelmediğini belirterek umudu canlı tutar. Zira geçmişte İslâmî değerlere ve toplumun yaşam tecrübelerine bağlı olarak ortaya çıkan adalet temelli üretim ve tüketim örüntüsü hâlâ varlığını korumaktadır. Yazarın, tümüyle tartışmalı kanaatleri daha ilk anda tartışma zemininden uzaklaştıran ortak kanat etkilerine karşı çıkışı da bununla bağlantılı. Çünkü eskisi kadar belirleyici olmasa da bu kurucu değerlerin, kapitalist dünya sistemine eklemlenmenin kaçınılmaz gidişat değil ancak insanın seçimleri neticesinde vuku bulan bir tereddi olduğunu bizlere kavratmasının ne denli değerli olduğuna dikkat çekiyor. İşte bu tereddi durumunu bihakkın kavradığımızda, kendi inançlarımızdan temellenen insanı ve mekânı metalaştırmayan kent ütopyalarının oluşturulmasına bizlerin de katkısının olacağını ve kent üzerine düşünen herkesin bu fikirlere mutlaka kulak kabartacağını bir ufuk olarak ortaya koyar.
Kenti Dinlemek, bir yanıyla belli mitlerle mücadele etmek için sahadan gelen seslere kulak kabartarak olgulara geri dönmek gerektiğini hatırlatır. Böylelikle simgesel belletme çalışmalarına bağlı olarak kentsel dönüştürmelerin öngördüğü soyut ve çarpık bilginin karşısına insanların tecrübe ettikleri gerçeklere saygılı bir bilgi çıkarmanın kıymetini belirgin kılar. 1970’lerden sonra kent üzerine yazılanlarla günümüzdeki uygulamalara yakından bakıldığında ne yana dönersek dönelim mahmuzlanmamış heveslerin istikameti bozduğunu ifade edebiliriz. Bu açıdan “devletin sağ elini” oluşturan dizginsiz kalkınma retoriğinin yıkıma uğrattığı kamu yararını dikkate almanın gerekliliği yadsınamaz. Özellikle “Saadet Yurdu” başlıklı kısa metnin, iktidar kazanımının neredeyse tabiatı gereği beraberinde getirdiği duyarlılık kaybını mesele edinmesi yönüyle önemli. Aslında “Saadet Yurdu” görünmez fakat son derece yakın bir yer olarak tahayyül edilebilir. Keza bir durumun daraltıcı etkilerinden sıyrılmaksa mesele, insanın elinde her zaman bazı imkânlar vardır. Muhtelif suretleriyle “Saadet Yurdu”, insan olmanın bütün veçhelerine değinerek, hayata, tüketim ve sömürü çarkının getirdiği çekişmeleri aşarak yitirilen anlamın yeniden kazanılmasının pekâlâ mümkün olduğunu hatırlatır. Aslına bakılırsa, ilgili metin lütuf gibi önümüze konan kesinlikleri deneme anlatı arası bir dille sorgulamasıyla okurları tedirgin de ediyor. Ahlakın bir unsuru olarak duyarlılığı öne çıkaran ve bir bakıma “uzakları arama” sanatının ilk anlamı olan kaçışı çağrıştıran bu kısım, her zaman her durumda öze sadakati her şeyin önünde tutması yönüyle kıymetli.
Kenti Dinlemek, Hanlar bölgesi odaklı “Hanları Korumak: Esnafa Rağmen mi, Esnafla Birlikte mi?” başlıklı metinde görüldüğü üzere tarihi yarımada odağında yeni Leviathan olarak “kalkınmacı müsaderenin” kararlarını tartışmasız bir biçimde duyuran, müzakere etmeye değil açıklamaya niyetli şehir plancılarına da esaslı bir itirazdır. Bununla beraber, zihinlere sirayet eden aslında koyu bir yüzeysellikten ibaret yarım yamalak görüşlerin en iyi panzehrinin durumların ve mekânların ciddi tahlili olduğunu bir kere daha hatırlatır. Bu yazılarda karşımıza çıkan entelektüel mantığın yani gerekçelendirme ve çürütme biçimlerinin kamusal hayatta karşılık bulması herkese çok şey kazandıracaktır. Hâsılı kentleşmeye dair, karşılaşılan büyük sorunlar üzerinde ciddi tahliller ve yaratıcı önermeler geliştirmeye çalışmanın yolu kenti dinlemekten geçiyor.
Bu yazı Haberiyat web sitesinden alınmıştır.