Zor günlerden geçiyoruz.
Geçmesine geçiyoruz da, zor geçmeyen günümüz zaten oldu mu; insan bunu düşünmeden edemiyor.
Bu memlekette “birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymadığımız” bir dönem yaşandı mı; insan bunu sorgulamadan edemiyor.
O halde belki de niye bu günler hep zor geçiyor, buna kafa yormakta fayda var.
Anadolu geniş bir coğrafya.
Anadolu’da insanlığın tarihsel tecrübesi çok uzun bir geçmişe dayanıyor.
Üstelik bu geçmiş, Mezopotamya havzasıyla birlikte düşünüldüğünde, insanlık kadar eski bir tarihe denk geliyor.
Ve bu coğrafyada insanlık, siyasal olarak iktidarın genellikle büyük imparatorluklar ya da devletler olarak temerküz ettiğine çok defa şahit oldu.
O yüzden savaşların, seferlerin, iç karmaşaların ve kaosun hüküm sürmediği bir dönem hiç yaşanmadı.
Bugün hâlâ aynı şeylerin cereyan ediyor olması; aslında tarihin tekerrür ettiğini gösteriyor.
Tabi burada tarihin kendi başına tekrar etmediğini, yeryüzündeki bu yıkımın, bu ifsadın ve kanlı fitnein; insanın hırsının, güç arzusunun, benlik kavgasının ve tanrılaşma kompleksinin neticesi olduğunu unutmamak gerekiyor.
İşte biz, o hırsların önce imparatorluk şimdi ise cumhuriyet rejimleriyle siyasal iktidara dönüştüğü toprakların insanlarıyız.
Bizim adımıza, bizim iyiliğimizi, birliğimizi ve dirliğimizi düşündüğünü iddia eden iktidar sahibi efendilerin, tarihin her döneminde bizi bitimsiz kavgalara ve savaşlara sokup çıkardığını biliyoruz.
Sadece, daha iki gün önce andığımız Çanakkale Savaşları’nın faturasını düşünsek, bunun Anadolu halklarında yol açtığı büyük acıları düşünsek bile, geçmişten ne çok ders alacağımızı görürüz.
Ama görmüyoruz, çünkü efendiler, köleleştirmek istediği, kapıkulu yapmak istediği insanların aklını ve kalbini öyle ince dokuyor, kendi çıkarları ve iktidarları uğruna öyle şekillendiriyor ki; maalesef körleşiyoruz.
Aklen, kalben, vicdanen insanlığımızı yaralıyorlar, hırpalıyorlar.
Allah’ın arzını kendi aralarında paylaşıp çizdikleri sınırları kutsuyorlar, kendilerine uygun tanımladıkları tektipçi vatandaşlık kimliğini bize dayatıyorlar ve hepimizden kendileri için her daim ölmeye hazır olmamızı istiyorlar.
Burada da yeni bir şey yok galiba.
Sadece burada değil, tüm ulus-devletlerde aynı hikâye yaşandı, yaşanıyor.
Ama bu hikayede değişen şeyler de oldu.
İnsanlar, artık daha fazla artan bir bilinçle, bu çarkların nasıl bir kirlilikle döndüğünü görmeye başladı.
Halkların canı üzerinden ne tür oyunlara girişildiğini, kapalı kapılar arkasında ne tür tuzaklar kurduğunu daha fazla anlamaya başladı.
Ve ne zaman ki artık insanlar buna karşı ciddi şekilde direnç geliştirmeye başladılar, ne zaman ki farklılıklar üzerinden çatışmalar kurgulayarak kendi düzenlerini döndürenlerin çarklarına çomak sokmaya başladılar, bu kez de efendilerin doğrudan “hainlik”, “iç mihrak”, “düşmanlık” ithamlarıyla hedef gösterilmeye başladılar.
Böylece, insanların birbirine değmesini, birbirine kulak vermesini, diyalog kurmasını engellemeyi amaçladılar.
Öyle ya, insanlar birbiriyle tanışsa, kaynaşsa, iyi ilişkiler geliştirebilir, toplumsal örgütlenmelerini kendi esenliğini gözeten şekilde kurabilir ve böylece bir çok sorunu güven içinde çözebilirdi.
İşte en çok da bu ihtimaldir yeryüzündeki iktidar sahiplerini korkutan!
İnsanların birbiriyle dayanışma içinde, barış ve eşitlik içinde, haklarıyla birlikte özgürlük içinde yaşayabilme ihtimali, onların ürettiği iktidarların temellerinin sarsılması demekti.
O halde düzenin devam edebilmesi, öncelikle insanların birbirine karşı kamplaştırılmasına bağlıydı.
Etnik, dini, mezhebi kimlikleri, siyasal tercihleri ya da hayat tarzları üzerinden insanlar birbirine karşı kışkırtılmasına bağlıydı.
İşte bugün, dünyada ve ülkemizde bu kadar çok şiddet, iç çatışma, kaos ve savaş varsa; ne yazık ki iktidar sahiplerinin yeryüzünü ve insanlığı fesada uğratarak, kendi düzenlerini devam ettirme çabasından dolayı vardır.
Bu oyunu bozacak feraset de, kalplerimizi, efendilerin politik nutuklarına değil birbirimize açarak ortaya çıkacaktır.
By Platform Haber’den alınmıştır