OSMANLI TARİHİNDEN İKİ ÖRNEK VE GÜNÜMÜZ

0

Ümit Aktaş

Aklı olanlar tarihten yığınlarca tecrübe ve ders çıkarabilirler. Akılsızlar ise aynı şeyleri yaşamayı bir kader olarak telakki ederek avunurlar. Bu açıdan Osmanlı tarihi, Türkiye açısından gerçek bir tecrübe alanıdır. Üstelik kendi içerisinde birkaç dönüşüm yaşamıştır ve hatta bizzat Türkiye de bu dönüşümlerden birisidir.
Birinci örneğimiz, Osmanlının kuruluşundaki, “bey”in “eşitler arasında birinci” olarak öne çıktığı, Türk soylularının yönetimdeki ağırlığına dayanan sistemden, devşirme sistemine geçilme aşamasıdır. Böylece askerî alan kadar yönetici alanda da devşirmeler etkinleştirilerek, beyliğin (sultanın) üzerindeki baskı azaltıldı ve daha da önemlisi, sultanın egemenliği karşısında dengeleyici bir güç kalmadı. Devşirme yöneticilerin gücü ise, doğrudan sultanın otoritesine dayanmaktaydı; dolayısıyla yönetimden alındıkları zaman, arkalarında duracak kimse olmadığı için, herhangi bir hak arama ya da isyan kapasiteleri de bulunmamaktaydı. Beri yandan Türk soyluları (beyler) gibi kendilerini sultanla (hükümranla) aynı hizada görmek gibi bir niteliği de haiz değillerdi. Bu tarz bir yönetim biçimi sultanın egemenliğini sınırsızlaştırmakta ve kolaylaştırmakta ise de, büsbütün sorunsuz da değildi. Nitekim ileriki yüzyıllarda bu “ideal” durumun nasıl zorlu bir soruna dönüştüğü ve Osmanlı tarihinin ilk darbesinin devşirme yeniçeriler tarafından Genç Osman’a karşı yapıldığı da bilinmekte.
Bu meselenin günümüzle benzerliği ise yapılacak olan referandumda yürütmenin, Başkanın yürütmesi olması, yani geçmişteki milletvekillerine dayanan bir kabine yerine, doğrudan Başkan tarafından belirlenen (devşirme) bakanlardan oluşan bir kabine olarak teşkiliyle ilgili. Bu durumda da temel amaç, Başkanın hükümranlığının mümkün olduğunca sınırsızlaştırılmaya çalışılması. Bunun içinse kabinedeki üyeler (bakanlar) olabildiğince niteliksizleştirilmekte ve hatta milletvekili iseler istifa ettirilmekteler. Ayrıca kabineye alınmaları ve çıkarılmaları da doğrudan Başkanın inisiyatifi içerisinde olmakta. (Oysa ABD’de, bakanlar için senatonun onayı gerekmekte; ve yine Başkan yardımcısı da seçimle gelmekte.) Başkana bu tür bir aşırı güç sağlanması, tıpkı Osmanlının benzeri dönemini (devşirme yöneticiler çağını) andırmakta. Başkan, etrafında olan ve kendisiyle aynı niteliğe sahip olan kişilerle egemenliği paylaşmak istemediği için, kendi egemenliğini sınırsızlaştırarak sorunsuzlaştırdığını düşünmekte. Ama tıpkı şayet hava olmasaydı daha iyi uçabileceğini düşünen güvercin gibi, bunu düşünenler de yanlış düşünmekte. Çünkü güvercinin uçmasını sağlayan, aynı zamanda ona uçuşunda görece olarak direnç gösteren o havadan başka bir şey değildir. Onun gibi, Başkanın etrafından yer alan ve kendisiyle aynı nitelikleri haiz olan ve artık istenmeyen o direnç unsurları da, gerçekte yönetimin bazı açıdan hızını yavaşlatsalar da, sağlıklı bir biçimde sürdürülmesini sağlayan denge unsurlarıdır. Zaten gelecek günlerde bu denge ihtiyacının farkına varılacak ve sistem bu dengeleri mevcut şartlar içerisinde yeniden üretmek zorunda kalacaktır. Tıpkı Genç Osman’ı tahtından deviren ve katleden devşirme yeniçerilerin de süreç içerisinde bir denge (!) mekanizması haline gelmeleri gibi. O zaman ise, bu kez de sisteme dahil olan bu yeni denge (direnç) mekanizmasının, yani yeniçerilerin nasıl ortadan kaldırılacağı bir sorun haline gelecektir. O da ancak iki yüz yıl sonra ve ancak topa tutularak yok edilmeleriyle gerçekleşecektir ki bu da apayrı bir sorundur. Üstelik bu durum da, tıpkı sistem içerisinde yükselen ve yönetimin başına bela olan FETÖ’cülerin tasfiyesine benzemekte.
İkinci örneğimiz ise Osmanlının son döneminden. Hani FETÖ bir “dinî cemaat”in darbecilik yapmasının ilk örneği olarak sunulmakta ya. Oysa oldukça benzeri olan başka bir örnek, Abdülhamid’in de tahttan indirilmesine yol açan olayları başlatan, Said Nursi’nin de yazı yazdığı Volkan Gazetesini çıkaran ve İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti adında bir teşkilat kuran Derviş Vahdetî’nin başarısız (!) darbe girişimidir. Vahdetî de o günün küresel gücü olan İngiliz çıkarları doğrultusunda hareket etmekteydi. Onun girişiminin başarısızlığı sonucu Abdülhamid tahtını kaybedecek ve İttihatçıları iktidara götüren yol açılacaktır.
Dönemin egemen gücü olan İngilizlerle işbirliği yapan dinî görünümlü bu teşkilatın medrese öğrencilerini ve askerleri harekete geçirerek ortaya koyduğu bu darbe girişiminin biçimsel açıdan başarısızlığı çok da önemli değildir. Çünkü temel amacın Abdülhamid’in tahttan indirilmesi olduğu düşünülürse, amaç gerçekleştirilmiştir. Beri yandan İttihatçıların beceriksizlikleri sonucu, çok kısa süre içerisinde imparatorluk dağılarak bölgedeki ülkelerin ve özellikle de petrol bölgelerinin İngilizlerin eline geçmesinin önünde bir engel kalmamıştır.
Günümüzdeki FETÖ oluşumuna baktığımızda, Vahdetî ve kurduğu cemiyeti ile arasında oldukça ilginç paralellikler kurmak mümkün. Vahdetî yanlılarının da küresel egemen güçle işbirliği yapmaları, iktidarı ele geçirmekten ziyade yönlendirmeye çalışmaları, liberallerle yakınlıkları (31 Mart darbe girişiminde suçlananlardan birisi de liberal Prens Sabahaddin’dir), dinî bir cemaat olarak örgütlenmeleri gibi. Ayrıca Fethullah Gülen’in hocası olan Said Nursi’nin, bu teşkilatın içerisinde olması da (gerçi o, darbe girişiminde suçlu bulunmamıştır) ilginç bir benzerlik.
Vahdetî’nin idam edildiği 31 Mart ayaklanmasından en kârlı çıkanlar ise, ortalıkta hiç gözükmeyen İngilizlerdir. Öte yandan 1908 ihtilali sonucu henüz kendisine tam bir istikamet bulamayan İttihatçılar da bu kalkışma sonucunda iktidara doğrudan el koyacak ve başlangıçtaki özgürlükçü söylemlerinden uzaklaşarak, giderek otoriterleşeceklerdir. Ama bu otoriterleşme politikaları ne imparatorluğu ne de kendilerini ayakta tutabilecektir. Günümüzdeki kalkışma sonucunda da bölgede oldukça etkili bir ülke olan Türkiye’nin gardı büyük ölçüde düşmüştür. Yine günümüz kalkışması sonrasında da Türkiye’de de ciddi bir otoriterleşme eğilimi ortaya çıkmıştır. Ve yine günümüz kalkışması sonrasında bu girişimden en fazla kazanç sağlayan da günümüzün küresel gücü olan ABD’dir. Daha önce ABD’nin onca baskılarına rağmen Suriye’ye asker sokmak istemeyen Türkiye, bu girişimden sonra (ve her nedense), ABD ile birlikte Rakka harekâtı yapmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. (Rakka operasyonuna katılma arzusu da, tıpkı Kore savaşına katılmaya benzeyen bir küresel gücün hanesine yazılma çabasından başka bir şey değildir.)
İttihatçılar da Birinci Dünya Savaşına İngilizlerle birlikte girmek için çok uğraştılarsa da, İngilizlerin temel amacı Osmanlı topraklarına el koymak olduğu için bu talepleri İngilizlerce kabul edilmeyecek, onlar da mecburen (aslında hiç de mecbur olmadıkları halde) Almanların yanında yenilgiyi (kendileri açısından mucizevi bir zafer umudunu) tercih edeceklerdir. Kısacası tarih okumalarını hamaset ve efsane üretme amacından ziyade bir ders çıkarma ve tecrübelerden yararlanma amacına dönüştürebilirsek, bu okumaların rüzgârımızı hızlandırmak yerine önümüzü aydınlatmasını, yani daha olumlu bir işlevini sağlamış oluruz. Tabii ki bunun içinse klişe tarih okumaları yerine, eleştirel bir okuma üslubunu ve yöntemini benimsememiz gerekmekte.

Bu yazı İrade dergisinde yayınlanmıştır.

Share.

About Author

Comments are closed.